Sayfalar

28 Aralık 2012 Cuma

Dükkan Kazan Ben Kepçe-TAHMİN EDİLEMEYEN KELİMELER

Osmanlıca okumasını bilenler bilirler, en zor okunan kelimeler en tahmin edilemeyenlerdir.  Osmanlıca sessiz harflerle yazılır.  Tabii vav gibi, elif gibi sesli sayılan harfler yok değil ama genellikle harfler sessiz harftir.  Yani bir nevi yeni neslin mesajlaşması, internet üzerinden yazışması gibi.  Slm yazınca herkes onun selam olduğunu bilir ya, onun gibi.  İş böyle olunca insan bilmediği bir kelime ile karşılaşınca, hele hele o kelime uzun olunca baya bocalıyor.  Üstüne bir de kelime ecnebice bir kelimeyse yandınız.

Aynı şu yukarıda gördüğünüz kitabı elime aldığımda yandığım gibi.  İlk kelimenin harfleri ELİF-Y-N-Ş-T-ELİF-Y-N.  Okumaya çalışıyorum, mümkün değil bir anlam çıkartamıyorum.  Aynışetayin mi, Ayinşittayin mi işin içinden çıkamadım.  Kelimeyi de bilmiyorum.  Sözlüğe baktım, sözlükte böyle bir kelime yok.  Epey bir uğraştıktan sonra, Osmanlıca karşılaşmayı umduğum son kelimeyi söktüm:  Einstein!  Kitabın adı da EİNSTEİN NAZARİYESİ!


Hatta kitabın tam ismi: EİNSTEİN NAZARİYESİ, Mekan, Zaman ve Kütle Mevhumlarının Tebeddülü.  Kitabın yazarı Mehmed Refik, ileride harf devriminden sonra Fenmen soyadını almış.

Kitap 1340, yani 1924 tarihli.  O dönemde izafiyet teorisi ile ilgili bir kitapla karşılaşmak, hele hele yazılı kelimenin Einstein olabileceği hiç mi hiç aklınıza gelmiyor.
Kitap toplamda 72 sayfa.  İçinde şekiller, resimler var. Hatta Einstein'in da bir resmi var.
  

Daha dilini çıkartmaya başlamadan önce.  Bilgi de şöyle verilmiş:  "Musevi bir Alman ailesine mensup olan Aynştayn elyevm (yani bugün) 45 yaşındadır.

Kitapta izafiyet teorisi detayıyla açıklanıyor.



1924 yılında kitap ikinci baskısını yapmış, ilk baskısı 1922 tarihli.  Yani 1920 li yıllarda, bilime verilen değer insanı imrendiriyor.  Yine hatırlatmadan edemeyeceğim.  Savaş yıllarında, yokluk içersinde bilimsel çalışmalar son gaz devam edip, bir de bunlar yayınlanıp ikinci baskı yapabiliyormuş.  İnşallah o günlerimizi mumla aramayız.


12 Aralık 2012 Çarşamba

DÜKKAN KAZAN ben kepçe

                              Belki biliyorsunuzdur, dükkanımda daha çok Osmanlıca kitaplar var.


                Bu sabah dükkana bir kadın girerek incecik bir kitap uzattı.  Kitabın sol alt kısmını fareler kemirmiş.  Zaten topu topu 64 sayfa bir kitap. Ama hiç ikiletmeden hemen aldım kitabı çünkü kitap



Recaizade Ercüment Ekrem'e aitti.

Ercüment Ekrem'i lise yıllarımda keşfetmiştim.  Meşhedi ile Devrialem kitabıyla.  O gün bugündür de Ercüment Ekrem Talu'ya ait ne bulsam kaçırmamaya çalışırım.  Fakat bu kitap Meşhedi ile ilgili değildi.  Adı:
                                                  Evliya-yı Cedid
yani Yeni Evliyalar da denebilir.  Zaten kitabın kapağında da elinde telefonuyla bir evliya görülüyor.
Kuşağında da diviti var...

İnternetten biraz araştırdım.  Meğerse bu kitap ne kadar önemliymiş!
Bu kitapta Ercüment Ekrem o günün İstanbul'unu kendine has güzel Türkçesiyle ilerideki nesiller için kaydetmiş.  Kitapta geleneksel Ramazan eğlenceleri ve eğlence mekanları, yeni eğlence biçimleri, Dârülbedâyi sınıfı (sanatçıların isimleriyle), esnaf-ı operetciyân-ı İstanbul, Naşit Kulu Çelebi, Esnaf-ı operetciyân-ı Hâle (Beyoğlu Tepebaşı tarafındakiler), spor, Beyoğlu, giyim kuşam, parklar, gezinti ve pazar yerleri, yeme içme, ev döşemesi, törenler kutlamalar anlatılmaktadır.  Bu konuda daha detaylı bilgi isteyenler Doç. Dr.Abide Doğan'ın "EVLİYÂ-YI CEDİD VE ZEYL-İ EVLİYÂ-YI CEDİD ADLI
ESERLERDE HALK BİLİMSEL ÖĞELER" adlı incelemesini internet üzerinden okuyabilirler.

Bu arada söylemeden geçemeyeceğim, bu 64 sayfalık incecik kitap o zamanlar


20 kuruşa satılıyormuş.  Bunun anlamı şu.  O zamanların bir lirası bugünün bir lirası değil.  Yanılmıyorsam Osmanlının son zamanına kadar bir lira demek bir sarı lira, yani bir altın lira demektir.  Aşağı yukarı bugünün parasıyla 640 TL ediyor.  Yirmi kuruş da 128 TL.  Haydi diyelim ki yanlış biliyorum ve değeri yarıya düşmüştü.  Yine de 60 TL civarı yapar.  Bugün kitaplar pahalı diye alıp okumayanlara duyurulur.  Ki o günler, Hicri 1338 , Miladi 1922  yılı tam savaş yılları.  Yoksulluk, yokluk, fakirlik hat safhada.  Ama insanlar 128 veya 60 TL verip incecik bir kitap alıp okuyormuş.  Utansak mı ne?

11 Aralık 2012 Salı

İZMİR'İN CEFASI- DÜKKAN KAZAN ben kepçe


Dükkan kazan ben kepçe diye bir seri yazı hazırlamaya karar verdim.  Sabahları dükkana gelince kendime bir nesne seçeceğim ve bu konuda yazacağım.  Dedim de aklıma geldi "nesne" kelimesini hiç düşündünüz mü?  Nesne kelimesi "ne ise ne"nin bozulmuş hali.  Yani bilmediğiniz bir obje, işte her ne ise ne, ahanda bu, adını bilmiyom ki söyleyim!.. mantığıyla türetilmiş bence harika bir kelime. Neyse bu sabah bir İzmir televizyon kanalında her yağmur yağdığında İzmir'in çektiklerinden konuşuluyordu.  Alt yapı eksikliği vs.  İzmir'in cefası...İzmir hakikatten çok cefa çekmiş, çekiyor derken benim de aklıma çok sevdiğim bir gravür geldi.  
             Tarihi:




Pek net okunmuyor, yardımcı olayım, 8 Mart 1873....  Yer İzmir.  İzmir'de yaşanmış bir felaket.  Bir kahve, deniz kenarındaki bir kahve ve gravürden anlaşıldığı üzre ahşap bir kahve binası olduğu gibi denize devrilmiş. Bu bilgiyi gravürün altındaki yazıdan okuyoruz, şöyle diyor:  İzmir'de Felaket:  Deniz kenarındaki bir kahvehane suya devrilmiş--cesetlerin toplanışı...

Belli ki çok sayıda ölü var.  Gravür, kurtarma çalışmalarını gösteriyor.  Gravürde arka planda görülen dağlardan, bu bölgenin bugünkü Hisarönü, yani benim dükkanın bulunduğu yerler olduğu anlaşılıyor.  O dönemde henüz Pier yok.  Ve deniz taaa Kızlarağasının duvarlarına kadar yaklaşıyor.  Buraya da İçliman deniyor.  Demek buralarda o zamanlar böyle kahvehaneler varmış.  Ve büyük kahvehaneler, içleri de insan doluymuş ki denizden cesetler toplanıyor,




vinçler kurulmuş bina kaldırılmaya çalışılıyor


                                 ve bütün bu olup bitenleri de meraklı bir kalabalık izliyor....


6 Aralık 2012 Perşembe

ARKASI YARIN: OF LALA

Evet Of Lala'nın Hikayesine kaldığımız yerden devam edelim.  
Nuruosmaniye Cami önü esir pazarı

            -- Kız seni evladım gibi severdim.  Sen herkesin sözüne uydun.  Şehzadenin cemalini seyredeceğim diye tılsım olan yanağındaki bene mum damlattın.  Bir sene daha sabredemedin.  Şimdi benden sana iylik: fırına şehzadenin yemini yerine gelsin diye bir sevgili koyunu var onu atayım.  Seni bir memlekete götürüp bırakayım.  Canına kast edemeyeceğim. 
Hemen koyunu yanan fırının içine atar.  Kızı kucağına alıp:
--  Kapa gözünü, der.  Kız gözünü kapar.
--  Aç gözünü, der.  Kız açar kendisini bilmediği bir memlekette bulur.  Gece yarısı karanlıkta etrafı göremez.  Zavallı kız kardeşlerini görmeye gittiğine bin kere lanet hevan olur.  Ağlayaraktan yürümeye başlar.  Bir büyük ağaç görerek üzerine çıkar gecenin mütebakını orada bin türlü endişe ile geçirir.  Sabah olur ağaçtan iner.   Yürümeye başlar.  Birkaç saat yürükten sonra bir şehre dahil olur.  Geceden beri  meyusiyetle düşüne düşüne kendi kendine bir karara varır.  Şimdi bu kararını mevki icraya koymak için çare arar.  Bir müddet daha gittikten sonra ihtiyar bir adama rast gelir.  Mahcubiyetle sorar:
--  Bakınız a efendi peder, burası hangi memleket ?  İhtiyar dahi:
--  Evladım burası Hint memleketidir.  Sen yabancı mısın?  Kız:
--  Efendi baba canım, ben garibim, kimsem yok.  Sizden esir pazarını soracaktım.  Nerededir bana gösterir misiniz?  İhtiyar:
--  Evladım buranın esircisiyim.  Bir yer aramadan güzel tesadüf; benden ne istiyorsun? Cevabını verince kız:
--  Ben terbiyeli yere satılmak istedim.  Zira terbiyem……. olduğundan başıma daha çok felaket gelmesi muhtemel.  Beni güzel bir yere satınız, der.
İhtiyar bakar ki kız fevkalade güzel, yüzlerle lira edecek, sevinir:
--  Peki kızım seni istediğin gibi yere satarım.  Haydi yürü gidelim, der.  Ve birlikte  yürümeğe başlarlar.  İyice yürüdükten sonra bir konağın önünde ihtiyar durur.  Kapıyı çalar.  Kapı açılır, içeriye girerler.  Kız konağın her tarafını mükemmel bulur.  Müteddin satılık köleler, cariyeler velhasıl kendisi gibi birçok talihsizler de orada tesadüf eder.  Orada iki gece kalır.  Üçüncü günü Hint padişahının sarayından iki harem ağası gelip bir güzel cariye ayırırlar.  Esirci ne kadar cariyesi varsa gösterir.  Beğenmezler:
--  Bunlardan daha güzeli yok mu? Diye sorarlar.. Esirci dahi:
--  Var ama biraz fiyatlıcadır, der.  Harem ağası:
--  Ne olursa olsun güzel olsun da, deyince esirci hemen gider oduncunun kızını getirir.  Lalalar pek beğenirler:
-  Bunu kaç liraya satıyorsun? Diye sorarlar.  Esirci üç yüz liradan bir para aşağıya olmaz, der.  Lalalar kızı pek beğendikleri için üç yüz lirayı verip kızı alırlar.  Esirci kızı bir yalnız odaya götürüp der ki:
--  kızım, al bu iç yüz lira senindir. 
Kız dahi:
--  Babacığım ben parayı ne yapayım, benim maksadım terbiye olmak.  Bu para sana helal olsun, der.  Esirci son derece memnun olur:
--  Haydi kızım git, Allah selamet versin.  Cenab-ı Hak da seni memnun eylesin, diye dualaşıp ayrılır.  Kız lalalarla Hint Padişahının huzuruna çıkar.  Padişah kızı pek beğenir. 
--  Haydi götürünüz.  İşinin neden ibaret olduğunu gösterin, der.  Kızı oradan başka bir odaya götürürler.  Odanın içi siyahlarla düşenmiş siyah perdeler asılmış, köşede bir karyola içinde mumya gibi sarı bir taze inim inim iniliyor.  Kızı götüren cariye yatağın yanına gider:
--  Sultan hanım istediğiniz gibi güzel cariyeyi esircinin hanesinde Base ağa efendi bulmuş, getirdi.  Emrinize amadedir.  Sultan başını çevirir bakar ve gayet ince bir sedayla:
--  Hakikatten güzel, beğendim, yelpazemi getiriniz, der.  Hemen cariye gider incili bir yelpaze getirir, yeni gelen kızın eline verir. 
--  Senin vazifen sultan hanımı yelpazelemek, der ve odadan çıkar.  Biçare kız hastanın başucuna geçer yelpazelemeğe başlar.  O yatakta “Allah, Of” diyerek inler, bu zavallı kız onu yelpazeler.  Gece olur, saat altıya kadar yelpazeler.  Sultan:
--  Haydi kızım, artık git yat, der.  Sultanın odasına muttasıl bir oda varmış. Kıza orada yatacaksın, der.  Gündüzden göstermişler, gider.  Zavallı soyunur yatar.  Fakat gözüne bir türlü uyku girmez.  Kendi kendine düşünür:
--  Acep bu sarayda ne esrar var?  Elbet yarın cariyelerden birine sorup öğrenirim.  Ertesi gün kalkar, yine vazifesi başına gider.  Sultan kıza gidip yemek yemesi için müsaade eder.  Kız öteki cariyelerle sofraya oturup yemek yerken sorar ki:
--  Rica ederim bu saraydaki matem neden.  Her köşede bir hüzün görüyorum.
Orada bulunan cariyeler:
--  Sus, sen de dün geldin bu gün her şeyi anlamağa kalktın.  Senin ne vazifen!  Cevabını verirler.  Biçare kız susmağa mecbur olur.  O gece dahi saat altıya kadar sultanı yelpazeler.  Sultan yatmak için müsaade eder.  Kız odasına gider.  Saat yediye kadar uyuyamaz.  Bir müddet daha o yana, bu  yana döner.  Tamam uyuyacağı zaman şark diye kapı açılır.  Kız uyur gibi yapar.  Gözünün aralığından gelenin kim olduğunu anlamak için bakar.  Kendisini esir pazarından gelip alan haremağasının bir tanesi olduğunu görür ki bu ağaya herkes baş ağa efendi diye ihtiram edermiş.  Kız kapısının bu ağa tarafından açıldığını görünce teaccüble kendisini uyur gibi gösterir.  Arap içeriye başını sokar, iki defa, “kız, kız”, diye bağırır.  Hiç ses çıkmayınca:
--  Uyumuş şeytan kız, der.  Kapıyı çeker.  Kız kendi kendine:
--  Acep beni bu adam ne yapacaktı gece yarısı, şunun arkasından gideyim bakayım nereye gitti! Der.  Hemen yataktan kalkar, salona çıkar.  Baş ağa merdivenden iniyormuş.  Kız da onu takip eder.  Arap odasına gider.  Bir dolap açar.  Bir kesik saplı kamçı, bir tabakta üç tane zeytin, bir dilim kuru ekmek alıp dolabı kapar.  Odadan çıkar, avluya iner.  Kız da arkasından gider.  Arap bahçe kapısını açar, bahçeye çıkar.  Bahçe saray bahçesinden ziyade viraneliğe benziyormuş.  Her tarafını otlar bürümüş.  Bahçeye uzun müddet bakılmadığı yek nazarda anlaşılıyormuş.  Lala bahçede bir miktar yürüdükten sonra yerden bir mahzen kapağı açar.  Kapağın içindeki merdivenden aşağıya iner.  Kız da arkasından iner.  Lala bir odaya girer.  Kızın kulağına ince bir seda gelir:
--  Lala yine mi geldin?  Kız kapıdan içeriye bakar ki tavana saçlarından asılmış bir delikanlı mumya gibi sararmış o kadar zayıflamış ki tarif olunur gibi değil.  Lala hemen tavandan delikanlıyı indirir, ekmekle zeytini verir.  Zavallı çocuk aç köpek gibi ekmeğe sarılır yer. Ondan sonra Lala:
--  Bre nâbekâr daha uslanmadın mı? diyerek elindeki kırbaçla delikanlıyı bayılıncaya kadar döver.  Biçareyi baygın bir halde tavana asar.  Kapıdaki kız işin hitam bulduğunu anlar.  Laladan evvel koşa koşa odasına gelip yatar.  Biçare kız yarı uyur, yarı uyanık sabahı eder.  Sabahleyin yine vazifesi başına gider.  Sultanı yelpazelemeğe başlar.  Sultan dahi her günkü gibi ah of deyince kızın içi lüzün olurmuş.  Kendi kendine düşünür:
--  Acep akşamki gördüğüm halleri söylesem mi?   Yoksa sultanın matemi o delikanlıdan mı? diye fikrinden geçirir ki ne olursa olsun söylerim diye tekmil cesaretini toplar, sultana der ki:



Arkası yarın...

5 Aralık 2012 Çarşamba

OF LALANIN HİKAYESİ



Evet efendim, masalımıza konu olan Unkapanı köprüsüne bir göz attıktan sonra devam edelim:



            --  Ah Lala canım, ben sultanı nasıl göndereyim. Ya bir akıl öğreten olursa ne yaparım der.  Lalası:
            --  Evladım, o kız gayet saf, bir şeyden haberi yok, korkacak ne var? Gider, akşama kadar oturur, akşamüstü yine gelir.
            Şehzade biraz düşündükten sonra:
            --  Lalacığım, ademoğlu hilebazdır kimse ermez fendine, ben doğrusu korkuyorum.  Fakat sen babam yerindesin.  Sözünü kıramam.  Sabah erkenden gitsin, akşamüzeri gelsin.  Sakın gece kalmasın, der ve yukarı sultan hanımın odasına çıkar.  Sabah olur, kız bir sevinçle uyanır.  Lalasını çağırır:
            --  Lalacığım.  Beni gönderecek misin?  diye sorar.  Lala dahi:
            --  Sultanım göndereceğim ama gece kalmayacaksın, kimse ile de görüşme.  Pederini, hemşirelerini akşama kadar gör.  Akşamüstü gel ben seni ikinci dubadan alırım.  Haydi süslen, elmaslarını tak, ablalarına hediye götür, der.
            Kız kalkar, kemal-i meserretle giyinir, kuşanır, takar takıştırır, hemşirelerine de  birer elmaslı broş alarak  feracesini giyer.  Lalanın yanına gider.  Lala da bir torba altın alır. 
--  Kapa gözünü sultanım der.  Kız gözlerini kapar. 
--  Aç gözünü sultanım der.  Kız gözlerini açar.  Kendisini Unkapanı köprüsünün ikinci dubasında bulur.  Altın torbasını da kızın eline verir:
--  Haydi Sultanım Allah selamet versin.  Akşamüstü gel, burada Of Of diye bağır.  Ben gelir seni alırım, der.  Kız da:
--  Merak etme Lalacığım ben vaktiyle gelirim, diye oradan ayrılır.  Hemen bir arabaya biner, evlerine gider.  Orası fakir mahallesi olduğundan hiç araba o sokağa girmemiş.  Şimdi fevkalade olarak bir arabanın gelmesi bütün komşuları pencerelere koşturur…?!  Ablaları dahi pencereden bakarlar ki elmaslara gark olmuş bir taze kapılarının önünde arabadan iner ve kapılarını çalar.  Hemen kızların ikisi de koşarlar kapıyı açarlar.  Kapıdan içeri o hanım girer hem de şu türlü serzenişte bulur:
--  Hay hıyanetler… Hay altı ayda küçük hemşirenizi ne çabuk unuttunuz?  Bana yabancı gibi bakıyorsunuz.  Kızlar o zaman kardeşlerini tanır ve ağlayaraktan boynuna sarılırlar.  Kimisi yaşmağını çözer, kimisi feracesini çıkarır.  Zaten güzel olan hemşirelerini büsbütün güzelleşmiş bulurlar.  Kız getirdiği hediyeleri ve altın torbasını verir.  Kızların meserretlerinden haykırışlarını duyan bitişik evdeki acuze bir kadın hemen yeldirmesini arkasına alır, kızların evine gelir.  Bu ihtiyar kadın kızların valideleri vefat ettikten sonra daima aralarından çıkarmadığı için hem severler, hem de valide bilirlermiş.  İhtiyar içeri girer girmez kız kalkar elini öper, ihtiyar dahi:
--  El öpenlerin çok olsun evladım.  Ayol bu zamana kadar nerede idin?  Halana diye gittin bir daha görünmedin. Aa…. Üstüme iylik sağlık. Hiç böyle hala görmedim.  Anlat bakayım yavrum nerelerdeydin, diye kızın önüne dökülür.  Kız dahi nerede bulunduğunun doğrusunu anlatır. Acuze güya meraklanmış gibi birkaç kere genirdikten sonra:
--  A benim evladım, o sarayda lalayla senden başka kimse yok mu, diye sorar.  Kız:
--  Hayır bir lalam bir de ben varım.  Başka kimse yok, cevabını verir.  Acuze müstehziyane bir tebessümle gözlerini süzerek:
--  Baksana bana kızım, senin saf kalbin böyle şeylere aldanır ama ben aldanmam.  Benim gibi gün görmüş geçirmiş kadın bir vakitte aldanmaz, der.  Kız bu lakırdıyı işitir işitmez yıldırımla vurulmuşa döner:
            --  Aman hanım nene o nasıl lakırdı, der.  İhtiyar dahi:
            --  Nasıl masıl, ne bileyim gördüğüm hali doğru söylüyorum.  Bakayım, sen ne yiyip içiyorsun?  Kız:
            --  Ne canım isterse lalama emrediyorum.  Pişirir, deniz kenarında masa üzerinde hazırlar.  Ben de orada yerim.  Bir bardak da şerbet içerim…
            Kadın:
            --  Ondan sonra yatağına mı gidersin, yoksa lalanla oturup konuşur musun?  Kız:
            --  Vallahi hanım neneciğim ben hiç kendim yatağıma gitmedim. Nasıl gittiğimi bilmem.
            Kadın:
            --  Gördün mü sefayı!  İşte sen o şerbeti içme de bak olanları seyret.  Şaşkın kız altı aydır acaba nasıl yatağıma yatıyorum diye düşünmedin mi?  Şimdi sen bu akşam git o şerbeti içme.  Bir bahane ile bir yere dök.  Yine kendini uyuyor gibi yap da bak o zaman benim sözümün haklı olduğunu anlayacaksın.  Kız:
            --  Peki öyle yaparım bakalım ne olacak? Diye getirdiği altından biraz da kocakarıya verir.  Bir müddet sonra babası da gelir.  Onunla da görüşür.  Fevkalade rahat olduğundan bahsile babasının ellerinden öper.  Öbür akşama kadar güle oynaya vakit geçirirler.  Akşamüstü babası bir araba getirir.  Kız da ablalarıyla vedalaşıp gider.  Unkapanı köprüsünde arabadan iner, ikinci dubanın üstüne çıkar Of Of diye bağırır.  Deniz karışır, Of Lala çıkar:
            --  Aferin Sultanım sözünde sebat ettin, kapa gözünü, der.  Kapar.
            --  Aç gözünü der.  Açar, kendisini sarayında bulur.  Bir müddet sonra lalası yemeğini hazırlar getirir.  Sultan yemeğini yer.  Şerbetini verir.  Lala oradan ayrılır.  Kız hemen şerbeti denize döker, kendini uyuyor gibi sandalyenin üzerine bırakır.  Lala gelir, kızı kucağına alır karyolasına götürür, yatırır.  Dışarıya çıkar.  Kız kendi kendine:
            --  Dur bakalım, galiba hanım nenemin dediği gibi çıkacak, diye vukuata muntazır olur.  Saat altı raddelerinde uzaktan bir mızıka sedası işitir.  Hemen karyolasından iner pencereden bakar ki birkaç sandal içi erkeklerle dolmuş, ellerinde meşaleler öndeki sandalda gayet güzel bir delikanlı.  Sandallar rıhtıma yanaşır.  Delikanlı çıkar, sairleri geldikleri tarafa dönüp giderler.  Kız şaşırır.  Süratle karyolasına yatar.  Şehzade de:
            --  Sultanım geldi mi? diye sorar.
            Lala dahi:
            --  Evet şehzadem, bu kız senin bildiğin hilekârlardan değildir.  Yine eski minval üzere şerbetini içti, uyudu, ben de kucağıma aldım yatırdım, der.  Şehzade emin olur.  Doğru Sultan hanımın yanına çıkar.  Bir müddet kızın cemalini meftuniyetle seyreder.  Sonra yatıp derin bir uykuya dalar.  Şehzadenin uyuduğunu kız hisseder etmez hemen kalkar karyoladan aşağıya iner.  Baş uçlarında yanan altın şamdanı eline alır, şehzadenin yüzünü iyice göreyim diye üzerine doğru tutar.  Şehzadenin güzelliğinden mütehayyir olup bin can ile aşık olur ve muvazenesini kaybederek elindeki şamdanı alır mumun bir damlası şehzadenin yanağındaki güzelliğine başkaca letafet veren bir (ben) varmış onun üzerine damlar.  Şehzadenin vücudunu bir alevdir istila eder.  Kız şaşırır.  Şehzade uyanır:
            --  Eyvah Lala.  Ben sana demedim mi?  İşte mahvoldum, diye bağırır.  Lala imdada koşar:
            --  Ne oldun şehzadem? Der.  Şehzade
--  Ben sana demedim mi? İnsanoğlu hilebazdır kimse ermez fendine Her kişi ne ederse yine kendi eder kendine:  Gözüm görmesin sultanı fırına at.  Benim canıma kıyan insanı vallahi istemem, der.
            Lala kızı tutar yanmış fırına götürür.  Biçare kız hiç söz söylemez, yalnız ağlarmış.   Lala der ki:


Arkası yarın....

4 Aralık 2012 Salı

OSMANLICA MASALLAR

Mesleğim icabı biraz da olsa Osmanlıca okuyabiliyorum.  En azından dükkana gelen kitapları, dergileri, gazeteleri okuyabilecek kadar Osmanlıcam var.  Ama iş elyazmalarına veya el yazılarına gelince çuvallıyorum.  Bir resmin altını, bir kartpostalın arkasını okumak benim için neredeyse mümkün olmuyor.  Ben de paşa paşa el yazılarını okuyamayacağımı kabullenmiştim.  Ta ki elime ince bir defter geçene kadar.  Bu ince defterin içinde kurşun kalemle yazılmış bir şeyler vardı. 




Kaşımı gözümü yara yara başlığı okudum:  Milli Masal, Of Lalanın Hikayesi...

Ve aniden önümde bir kapı açıldı.  O, bir resim altındaki beş altı kelimeyi bir saatte okuyamayan ben, masalı sular seller gibi okumaya başlamaz mıyım?  İşte masalların büyülü dünyası bu olsa gerek!  Okuduklarımı sizle paylaşmadan önce, o günkü İstanbul'dan bir gravür paylaşayım dedim..
        






Milli Masal
Of Lalanın Hikayesi

Zaman-ı evailde bir oduncunun üç kızı var imiş.  Bu kızların hepsi güzelmiş.  Fakat en küçüğü müstesna güzellerdenmiş.  Bu adamcağız gayet fakir olup akşama yiyeceklerini ancak tedarik edebiliyormuş.  Her gün sabahları erkenden Unkapanı Köprüsünün başında oturur odun yardıracak müşterileri beklermiş.  Bir akşam büyük kızı der ki:
            -- Babacığım canım çok balık istiyor.  İnşallah yarın Cenab-ı Hakk kâr verir de bize balık alıp getirirsin.
            Babası da:
            -- Evladım!  Yarın her ne kazanırsam onunla size balık alırım.  Yarın senin kısmetine gideyim bakalım ne kazanacağım?  diye cevap verir.
            Ertesi gün adamcağız sabahleyin erkenden kalkar Unkapanı Köprüsünün başına gider, her vakitki yerinde oturur, maişetinin gelmesini bekler.  Saat altıya kadar bekler  Kimse gelip de:
            --Gel!  Baba şu odunu yarıver, demez.  Adamcık mahzun olur.  Oranın  balıkçıları öğlen yemeğini yemek için iskeleye çıkmışlar.  Oduncu Baba gidip balıkçılara der ki:
            --Kuzum evlatlarım biriniz bana sandallarınızla oltalarınızı verseniz de siz yemek yiyinceye kadar bekler birkaç balık tutarım.  Balıkçıların hiçbirisi aldırmaz.   İçlerinden bir tanesi:
            -- Baba!  Benim sandalımla oltamı al da ben gelinceye kadar ne tutarsan bahtına der. Zavallı adam;
            -- Hay Allah razı olsun! Cenab-ı Hak seni de sevindirsin, diyerek hemen sandala atlar.  Epeyce kenardan açılır, oltayı denize atar, bir müddet sonra oltanın sallandığını hisseder hemen çekmeye başlar. Oltanın ucunda gayet güzel bir balık görünüyor.  Balığı çıkarır oltayı tekrar denize  atmaya meydan kalmadan balıkçı iskeleye gelip:
            -- Haydi baba, artık yeter, ben yemek yedim, diye haykırmaya başlar.  Zavallı oduncu bir balıkla iktifa ederek iskeleye gelmeye mecbur olur.  İskeleye çıkar, balıkçı sorar:
            --Baba iyi balık tuttun mu?  Oduncu dahi:
            -- Evladım şu bir dane balığı tuttum, diye gösterir. Doğru sözlü insaniyetli bir adammış.  Balığı gördüğü zaman:
            --  Baba! Senin talihin var imiş.  Bu balığı elli aydır biz arıyoruz da bulamıyoruz.  Bunu padişah istemişti.  Doğru saraya götür padişahdan ihsan alırsın, der.  Oduncu sevinerek:
            -- Eksik olma evladım, Allah senden razı olsun diye baltasının ucuna balığı takar omzuna alır saraya doğru gitmeye başlar.  Saray kapusuna gelir kapıcılara:
            --Padişahın huzuruna çıkacağım, der.
            Kapucu:
            --Haydi işine git!  Bu kıyafetle mi padişahın huzuruna çıkacaksın? Diye adamcağızı paylar.  Oduncu der ki:
            -- Oğlum ben padişahın iki aydır arattığı balığı getirdim.  Kendim gidip vereceğim, salıver beni içeriye!
            Kapıcı ile kavga etmeye başlarlar.  Padişah da kapının üzerinde bir camlı bir oda var imiş, orada oturmak için henüz odaya girmek için kapının önünde bir gürültü duyar.  Hadımağasını gönderip gürültünün sebebini sordurur.  Hadımağası keyfiyeti anlar, gelir der ki:
            -- Padişahım!  Bir oduncu gelip huzurunuza çıkmak istiyor.  Kapıcı da mani oluyor.  Gürültü bundan ibaret. 
            Padişah:
            -- Canım bırakın gelsin bakalım ne istiyor, der.  Hadımağası gidip oduncuyu padişahın huzuruna getirir.  Padişah:
            -- Baba ne istiyorsun? Diye sorar.  Oduncu dahi:
            -- Şevketlim, senin istediğin balığı tuttum, der.  Padişah bakar ki hakikatten elinde aradığı balık. . .  Memnun olur.  Oduncuya yüz lira ihsan eder.  Oduncu sevincinden çıldırmak derecesine gelir.  Hemen padişahın boynuna sarılıp öpmek ister.  Yaverler oduncunun bu hareketine mani olurlar.  Adamcağız dua sena ederek saraydan çıkar.  Tenha bir virane bulur, yere oturur, koynundan eski paçavralarla yerde iğne iplik çıkarıp torba gibi diker.  Doksan dokuz lirayı diktiği torbaya kor. Bir lirasını alıp doğru balık pazarına gider.  Bir okka uskumru balık alır.  Soğan, maydanoz, kömür, gaz yağı, sirke velhasıl her ne lazımsa cümlesini alıp sevinerekten evine gelir.  Kızlar babalarının elinde balığı görünce sevinçlerinden ne yapacaklarını şaşırırlar.  Biri ateş yakar, biri balığı ayıklar, biri de soğan salatası yapar.  Hem de balığa piyaz hazırlar.  Balığı güzelce ızgara yaparak güle oynaya yerler.  Cenab-ı Hakka şükür ederler.  Oduncu baba padişahın verdiği yüz liradan hiç kızlarına bahs açmaz.  Ortanca kızı der ki:
            -- Babacığım ablamın talihine gittin balık parası kazandın.  Benim talihime de git de bakalım kazanabilecek misin?  Hem bize bu kadar balık az geldi.  Yarın gece de yetirsen yine iştah ile yeriz.  Olmaz mı?
            Babası dahi:
            --Kızım senin talihine de inşallah yarın giderim.  Hatırın kalmasın.  Kazanırsam yine size balık alıp getiririm, diye cevap verir.  Kızlar sevinirler.  Ertesi gün adam sabahleyin kalkar, Unkapanı Köprüsünün başına gelip bekler.  Yine kimse şu odunu yardırmaz.  Balıkçılar yemek yemek için iskeleye çıkarlar.  Oduncu sandalını veren balıkçıya:
            -- Oğlum sen yemek yiyinceye kadar yine sandalını alayım mı? der.  Balıkçı dahi:
            --  Haydi baba al da ben gelinceye kadar balık tut, diye sandalını oduncuya verir.  Balıkçı dünkü balık tuttuğu yere gider, yine balığın aynini tutar.  Tuttuğu balığı balıkçıya gösterir.  Balıkçı:
            -- Baba talihin ne yavermiş.  Bunu yine padişaha götür sana ihsan verir, der. 
            Adamcağız bir gün evvelki gibi saraya gidip balığı padişaha verir.  Yüz lira daha ihsan alır.  Yine öteki liraların yanına kor.  Bir lirasını alıp bozdurur, bir gün evvel aldığı şeylerin aynını alıp evine gelir.  Kız sevinerek balığı pişirirler, yerler, Allaha şükür ederler.  Küçük kızı der ki:
            --  Babacığım ablalarımın talihini gördünüz.  Yarın da benim talihime git bakalım kazanabilecek misin?   Ben de balık isterim.
            Adamın canına minnet:
            --Olur kızım yarın da senin kısmetine giderim, der.
            Hadiye
            Ertesi gün yine oraya gider.  Balıkçının kayığına biner. Balıkları tuttuğu yere gelir.  Oltayı atar.  Sallar sallar bir şeyler yok.  Balıkçı iskeleye gelir, başlar bağırmaya:
            -- Baba gel çabuk, yeter artık tuttuğun balık! 
            Adamcağız mahzun ve mükedder iskeleye gelir:
            -- Oğlum bugün balık tutamadım, kısmetim yok imiş, der.  Balıkçı da iki gündür tuttuğun yeter, zarar yok, diye kayığına binip açılır.  Zavallı oduncu küçük kızının talihsizliğinden pek müteessir olur.  Köprünün altındaki ikinci dubanın üzerine çıkar baltasına dayanır:
            -- Of, of,” diye ah eder.  O anda deniz karışır, bir dudağı yerde bir dudağı gökte bir Arap çıkar:
            -- Benden ne istiyorsun, niye çağırdın beni, der.  Oduncu haritayı pusulayı şaşırır:
            --  Ben seni çağırmadım.  Kendi kendime efkâr ettim, düşünüyordum, der.  Arap dahi:
            --  Sen benim ismimi çağırdın, Of Of dedin.  Benim ismim Of Lala’dır.  Benden ne istiyorsun?  Niçin efkâr ettin söyle bana?  Der.  Oduncu da başına gelen hallerin hepsini anlatır.  Arap der ki:
            --  Senin küçük kızın güzel mi?
            Oduncu:
            --  Elbette.  Benim evladım olduğu için bana güzel görünür, diye cevap verir.  Of Lala:
            --  Yarın küçük kızını bana getiriver, sana iki torba altın veririm, der.  Oduncu da:
            --  Peki yarın getiririm inşallah, diyerek oradan ayrılır.  Doğru balık pazarına gidip yine evvelki gibi balık ve ufak tefek alıp eve gelir.  Kızlar, babamız bize yine balık getirdi diye sevinirler.  Neyse, yerler içerler otururlar, oduncu der ki:
            --  Baksanıza çocuklar bugün halanıza sokakta tesadüf ettim.  Biçare çok ihtiyarlamış.  Elini öptüm, beni bile evvelce tanıyamadı sonradan bildi ve dedi ki:
            --  Kardeşim, senin Allah bağışlasın üç tane kızın var.  Benim hiç kimsem yok.  Ne olur küçük kızını olsun bana, yanıma ver.  Ben de küçük kardeşinizi götürmeye söz verdim.  Yarın götüreceğim.  Ne dersiniz?
            Kızlar şaşırırlar: 
            --  Baba biz senin kardeşin olduğunu bu zamana kadar duymadık.  Şimdi bu halamız nereden çıktı? derler.
            --  Ben şimdiye kadar kendisiyle dargındım.  Dün halini gördüm merhamet ettim de onun için konuştum, deyince kızlar da inanırlar.  Ertesi gün küçük kızın gitmesi kararlaşır.  Ertesi gün küçük kız arkasına temizce bir entari giyer.  Kardeşleriyle ağlayaraktan vedalaşır, öpüşür, babasıyla sokağa çıkar.  Unkapanı’na gelirler, köprünün altındaki ikinci dubanın üzerine çıkarlar, kız sorar ki:
            --  Baba, hani ya halama denizden mi gideceğiz?
            Babası dahi:
            --  Kızım, der, senin için çalışıyorum halan falan yok, şimdi görürsün, diye cevap verir ve iki kere  “Of Of” diye bağırır.  Deniz beyaz köpükler içinde karışarak Arap meydana çıkar.  Kız korkusundan bayılacak hale gelir.  Of Lala elinde iki torba altın getirir:
            --  Aferin oduncu baba, hem sözünde durdun hem de kızın fevkalade güzelmiş, diye torbaları verir, kızı kucağına alır, “Kapa gözünü kızım,” der.  Kız kapar gözünü, “aç gözünü” der açar.  Kendini mükemmel bir sarayda bulur.  Her şey muntazam.  Etrafına baktıkça sarayın intizamına hayrette kalır.  Of Lalal Der ki:
            --  Kızım ne istersen emret.   Ben senin lalanım.  Canın sıkılırsa sarayın içini, bahçeyi falan gez.  Bu saray, her şey senin.
            Kız da her tarafı gezer.  Bahçeyi dahi gezerek gelir.  Deniz kenarındaki rıhtıma bir sandalye atar oturur.  Akşam yemeğini de orada yer.  Lala elinde bir bardak şerbet getirir.
            --  Sultanım yemek üzerine şerbetini de iç, der.  Kızın eline bardağı verir.  Kız da alır, içer.  Arası beş dakika kadar geçer kız sandalyede derin uykuya varır.  Ondan sonra sabaha kadar bir şey duymaz. Sabah olur, gözlerini açar, kendini sarayın odalarından gayet mükellef döşenmiş bir yatak odasında, karyolada bulur.  Gece oraya nasıl geldiğini hiç hatırlayamaz!  Kız bu minval üzere orada tamam altı ay oturur.  Bir gün basını kardeşlerini düşünüp bir ah çeker.  Lala da oralarda geziniyormuş.  Hemen yanına koşar:
            --  Aman Sultanım ne için ah çekiyorsun, bir şeye ihtiyacın mı var?  Bana söyle, diye sorar.  Kız dahi:
            --  Hemşirelerimle pederimi göreceğim geldi.  Müsaade edersen gidip görüşeyim, der.  Of Lala dahi:
            --  Sultanım, bu gece düşüneyim de yarın seni gönderirim, der.  O gece yine eski zeval üzerine uyuyakalır.  Bir müddet sonra Lala gelip nısfu’l-leyl olur deniz tarafından bir musiki sesi gelir.  Birkaç sandal yalıya yanaşır.  İçlerinden bir delikanlı rıhtıma çıkar:
            --  Lala sultanım uyuyor mu, der.
            --  Evet şehzadem uyudu.  Fakat bugün öyle mahzun idi ki halini görüp acımamak kabil değildi.  Babasını, kız kardeşlerini göreceği gelmiş.  Benden müsaade talep etti.  Ben de bu gece düşüneyim dedim.  Ne dersiniz şehzadem?  Deyince şehzade dahi:


1 Aralık 2012 Cumartesi

TAGORE

Çooook uzun bir aradan sonra blog'umu canlandırmaya karar verdim.   Bu da beni heyecanlandırdı ve dolayısıyla aklıma yazacak tek bir kelime gelmedi.  Ben de daha önce yazmış olduklarımdan kopya çekmeye karar verdim.  Başlangıçta eski yazılarıma da müracaat edeceğim ama amacım, her hafta en az bir iki yeni yazıyı paylaşmak.  Umarım yarı yolda bırakmam kendi kendimi.  Bugün Tagore ile başlayayım  dedim.  Onunla başlayıp kaybolayım...

Saraswati
.

Brahma




….kendi yarattığını benim gözlerimden doğru görmek ve kendi ebedi ahengini dinlemek için benim kulaklarımın kapısında durmaktan haz mı duyarsın?  Senin dünyan benim kafamın içinde kelimeler örüyor ve senin neşen onlara musiki katıyor.  Sen kendini aşk ile bana veriyor ve sonra bütün kendi letafetini bende tadıyorsun. 
                   Tagore

Evet öyle.  Ama neden kendi yarattığın dünyayı görmek ve duymak için bana ihtiyacın var?  Çok büyük olduğun için mi?  Kendi halinle buraya varsan her şeyi yakıp yok edeceğin için mi? 

Tamam.  O halde ben?  Sadece bir alıcı radyo gibi miyim?  Bir robot, etrafa baktığında gördüğü ve duyduğunu başka bir merkeze aktaran?  Sanki ben öyle değilim.  Sadece o kadar değilim yani.  Öyleyim tabii ki.  Öyle görünüyor.  Ama senin varlığın, beni var ediyor.  Ya da benim varlığım seni var ediyor.  Benim sana muhtaç olduğum kesin ama sanki sen de bana muhtaçsın.  Ama neden?  Senin dünyanda seni tatmin etmeyen nedir ki bu dünyayı kurdun?  Sabırla da yok etmiyorsun, tüm rezilliğine rağmen.  Neden bu dünya var?  Neden ben yaşıyorum?  Neden yaşama sevincim var?  Neden en ufacık bir şeyden nihayetsiz bir haz, nihayetsiz bir mutluluk duyabiliyorum?  Beni yaşama dört elle sardıran ne?  Bu merak niye?  Niye?  Birbirimizle bağımız ne?  Beni bırakmıyorsun.  Ben değilim yaşama dört elle sarılan, sensin.  Sen bende yaşamaya devam etmek istiyorsun.  Ben yokum, biliyorum.  Ama sen, kendinden başka bir varlıkmışım gibi hissetmeme neden olan bu dünyayı kurdun.  Neden sen olmadığımı sanıyorum?  Ayrı biri zannediyorum kendimi?  Ve çoklukla öyle davranıyorum.  Hatta senin yarattığın alemi sahiplenmelere kalkıyorum.  Sonra yaptığımı fark edip kendi kendimle kavgaya başlıyorum.  Sonra diyorum ki, beni sana ancak ölüm kavuşturabilir.  Bütün hayat ahrette.  Kavuşmamız ahrete kaldı.  Ama sonra yaşama dört elle sarılıyorum.  Bu ne ya?   Tam olarak yerine oturmuyor  taşlar.  Anlayamadığım bir şey var.

Bir başka dünya daha var.  Ahret var.  Mekanını bilmem.  Ama ahret var.  Neden ahret sana yetmiyor?  Bu dünya olmazsa ahret de mi olmuyor yoksa.  Ondan mı bitmez tükenmez tekrar.  Ve zevkle?  İsteyerek? 

İyi de ahret olmadığı zaman da vardın sen öyle  değil mi?  Ezelden ebede kadar.  Ezel ile ebed arası bu dünya mı?  Yine de anlamıyorum, bu dünya niye var?   Kendini görmek için.  “Gizli bir hazine idim, bilinmek istedim."   Rivayete göre Allahın Muhammede söylediği bir şey.  Ayşe Şasa bu sözle kurtuluyor şizofreniden.  


Yalnızlık.  Bilinmek istemek.  Kim bilecek?  Bilecek biri olması lazım.  Acaba bilmeyen kendi miydi?  Kendi kendini mi anlamaya çalışıyor?  Nasıl olabilir böyle bir şey ya?  Böyle bir kainatı yaratabilip kendini bilememek mümkün değil.  Mümkün olamaz.  Sadece bir düşünce mi o?  Maddeyi nasıl yarattı?  Madde ne?  Düşünce ne?  Enerji ne?  Aşk, ah aşk ne?