31 Mayıs 2013 Cuma

TALEBE

Soru sormayana cevap verilmezmiş.
Verseniz faydası olmaz zaten.  Anlamaz, boşa gider.  İnsan ancak anlayabileceği şeyi merak eder.  Merak ettiğini öğrenince de bir sonrakini merak eder. Bebekler önce etraflarındaki sesleri duyarlar, ona tepki verirler, bababababa, dedededede derler, sonra bu seslerin bir de anlamını olduğunu fark edip onu merak edince konuşmayı öğrenirler.  Ve bu böyle sürer gider.  Merak ettiğimiz oranda öğreniriz.
İşte öğrenmeye aday biri

Bize bilgiler, daha biz merak etmeden verilince öğrenmiyoruz, en iyi ihtimalle unutuyoruz.  O yüzden herkes okula gidiyor ama kimse doğru dürüst bir şey öğrenemiyor.  Çünkü hiçbirimiz "talebe" olamıyoruz.
Talebe kelimesi, talep etmekten gelir.  Bilgiyi talep edendir talebe.  Yani öğrenenin talebine göre bilgi verilir aslında. Talebe, okula giden değil yani.  Ama "düzen" böyle kurlunca talebe de anlamını yitirmiş, ne anlama geldiğini hatırlayan kalmamış.  Fonksiyon zaten sıfır.
Durum:  Vah başıma gelenler::

30 Mayıs 2013 Perşembe

DÜNYANIN ALGILANIŞI

Bizde genellikle bu dünya ve öbür dünya diye "dünya"nın varlığına tek bir açıdan bakılır.  Bu dünya şu anda içinde yaşadığımız dünyadır, diğeri ise meçhul.
Hinduların bu dünyaya farklı bir bakış açıları var.  Onlara göre bu dünya aslında üç ayrı dünyadan meydana gelir.  Aynı anda var olan üç ayrı dünya:
1. Doğal dünya
2. Kültürel dünya
3. Kişisel dünya.

Zaten varlık kavgamız da bu üç dünyayı üst üste oturtabilmekten kaynaklanıyor.  Çünkü aslında bu üçü sürekli kavga halinde.  Doğal dünyanın sınırları ile kültürel dünyanın sınırları devamlı değişiyor, birbirlerine karşı bir savaş içersindeler.  Ormanları kesip, kendimize şehir yapıyoruz.  Şehir kültürel dünyamız ama orman doğal dünyamız.  Birini var etmek için diğerini yok etmek gerekiyor.  Dengeyi sağlamak zor.  Bu da yetmezmiş gibi bir de kendi kişisel dünyamız var.  Tüm genlerimiz ve cetlerimizle biz.

Bu üç dünya nesnel üç dünyadır.  Bir de öznel üç dünyamız vardır:
1. Duyularla hissettiğimiz, görünen dünya
2. Rüyaların hayali dünyası
3. Arzuların, hatıraların, şartlandırılmaların bilinçsiz dünyası.

Sonra Hindular insan varlığının üç bedeni olduğuna inanıyor.

Ortadaki simsiyah yuvarlak ruhumuz.  Onu üç çember sarıyor.  Sırasıyla: Hatıralar, Akıl ve ten.  Bunun dışında da dünya var.
Ama arada, yani ruhla dünya arasında üç beden:
1. Hatıralar
2. Akıl
3. Ten

Onların inanışına göre ölüm aklın tenden çekilip alınmasıyla başlar.  Akıl tenden gidince hatıralar da hükümsüz kalır, ten dünyadan gelen her türlü dürtüye duyarsız ve tepkisiz olur.  Ve çürür gider.

"Arzu ile kader, dürtü ile tepki, kısmet ile özgür irade arasına sıkışıp kalmış olan jiva, (yani ruh) üç bedeniyle hapsolduğu üç dünyada huzur arar.  Bundan dolayı bütün Hindu merasimleri üç yakarışla biter: “Şanti, şanti, şanti.” (huzur, huzur, huzur) Kendimle, dünyamla ve geri kalanlar ile huzur içinde olmamı nasip et."
        Myth-Mithya, Dr.Devdutt Pattanaik.

23 Mayıs 2013 Perşembe

SÛRİŞ

Sûriş Farsça bir sözmüş, kargaşa manasında bir söz.
Reşat Ekrem Koçu en sevdiğim, okumaktan en çok zevk aldığım tarihçilerden biridir.


Kendine has benzersiz, cesur kişiliği ile Türk milletine (buradaki kastım damarlarında sadece Türk kanı akanlar değildir, HİÇ KİMSEYİ dışarıda bırakmadan hepimizi kast ediyorum, en azından ben söylerken onu kast ediyorum, benim dışımdaki kavgalar da umurumda değil) aktardığı bilgiler bir ömür değil, birkaç ömre zor sığdırılacak cinstendir.

Her neyse onun YENİÇERİLER isimli harika kitabında bir cümle vardır ki beni çok etkiliyor.

... bütün dini ibadetleri duygusuz mihaniki hareketler olmuş insanların başlarındaki şahsiyetlere karşı hürmeti yoktur, onlardan sadece korkarlar ve bir kere o korkuyu attılar mı, yeni bir yılgınlığa uğrayıncaya kadar alabildiklerine pervasız ve tahripkâr olurlar, akıl ve mantık çemberini yırtıp, tezatlar içinde hayır ve şer, hizmet ve ihanet her şeyi  yaparlar, işte buna sûriş denilir; felakettir, afettir.
                                  Reşat Ekrem Koçu, Yeniçeriler, say 269.


Hani bugün de dini ibadetlerini duygusuz mihaniki hareketlerle eda eden güruhlara sırtını dayayanlar geldiydi de aklıma.  Paylaşayım dedim.

21 Mayıs 2013 Salı

KELOĞLAN GAZETESİ ve BASIN KANUNU

Galiba bugünlerde basındaki sansüre takıldım kaldım.  Nedense dükkanda hep elime bu konuda bir şeyler geçiyor.  Geçen gün konuyu Osmanlıca bir gazete ile kaşımıştım!  Bugün biraz daha günümüze yaklaşmak istiyorum.
Yıl 1946, 23 Eylül Pazartesi

Keloğlan gazetesi.  Bu gazete ile ilgili pek bir bilgiye ulaşamadım.  Adana'da çıkartılıyormuş.  Mizahi bir yaklaşımı olduğu kesin.  İddia ettiğine göre "Anadolu Topraklarında Çıkan Gazetelerin En Çok Okunanı" imiş.
O günün konusu da aynı bugünkü gibi.  Aktarayım:
GENEL DURUM
(Hükümetimiz ve Partimiz . . . . .fakat yarınki dünyada. . . . .olamadığından naşi . . . . . fırsat düştükçe  . . . . . yapılmamıştır.  Eğer domates salçası. . . . .  Van depreminde. . . . .balık ihracatından. . . . . .kırmızı turp. . . . . .vuku bulmuştur.)  Yeni Basın Kanuniyle başını belaya sokmamak ve üç sene, beş sene zindanda yatmamak için Basınımızın bundan sonra emniyetle yazabileceği şekil budur.  Biz de enayi olmadığımızdan iç politika hakkında bu kadar uzun ve derin (!) izahat verdikten sonra dış olaylara geçiyoruz:

Hatta o gün yayınladıkları karikatürün altında yazanlar da şöyle:
Basın Kanunu karşısında Basın
Karatepeli-- Yaz Keloğlan; filanca Bucak, İlçe oluyormuş.
Keloğlan--  Yazamam; İçişleri Bakanlığı yalandır dedi mi, haydi beş sene deliğe!.
Karatepeli-- Öyleyse etin pahalandığını yaz!.
Keloğlan-- Ortalığı heyecana düşürdü diye sekiz sene ceza yiyemem.
Karatepeli--  Allah Allaaah!.  Onu yazma, bunu yazma!.  Pekala, ne yazacağız birader?...
Keloğlan--  Çinde savaş, Hidistanda açlık, Fransada seçim, Afrikada çekirge!.  Türk milleti okusun da Dünyadan haberdar olsun!!!...

Evet, kırk gün kırk gece yol gidip, dönüp arkaya bakınca bir arpa boyu bile yol gitmemiş olmak bu olsa gerek.

18 Nisan 2013 Perşembe

SANSÜR

Malumunuz.  Sansür Türk basınının büyük derdi.  Her yerde sansür var, kimse istediğini dilediğince yazamıyor.  Ama yazıyormuş, hiç sansür yokmuş gibi yapıyor.  En azından bir kısmı.  Ama herkes biliyor ki, şu anda Türkiye'de büyük bir sansür var.  Sadece istenilen haberler bize, istenildiği şekliyle iletiliyor.
E bu yeni bir haber değil.  Eskiden de böyleymiş.  Teee Osmanlı devrinde.  Örnek mi istiyorsunuz?  Ahanda örnek:  Karagöz gazetesi

Böyle bakınca her şey normal görünüyor.  Ama bir de arka sayfasına bakalım:
Sayfasının üst yarısı bomboş.  Ve bu bomboş alanda bir yazı.  Şöyle diyor:
Resim, Sansür tarafından tayy edilmiştir. (kesilmiş, kaldırılmıştır)
Şimdi bir soru soruyorum.  Hangisi daha şereflice?  Sansüre uğrayıp, bunu okuruna aynen söyleyebilmek mi, yoksa sansüre uğrayıp, uğramamış numarası yapmak mı?
Ne oldu bize?  Şerefimiz, haysiyetimiz, cesaretimiz nereye gitti?
Bu gazete elime geçince, dayanamadım, hislerimi paylaşayım dedim.
Ha gazetenin tarihini merak edenlere: 25 şubat 1336, yani 1920.

28 Mart 2013 Perşembe

DÜKKAN KAZAN BEN KEPÇE



Geçtiğimiz hafta depoyu temizlemek zorunda kaldım.  Korkunçtu tabii ama bu eziyet sırasında unutulmuş neler buldum neler.

Şimdi bu ne diyeceksiniz.  Tabii buna bakınca pek bir şey anlaşılmıyor.  Şunu bir deneyin:
Sanki bir ata benzemiyor mu?

                                               WU73662A4 WISE KIZILDERİLİ ATLI

Bunlar eski oyuncak kalıpları.  1969 tarihli.  Kurşun asker dökmek için kalıp.  Atlar var, kızılderililer var, kovboylar var.

Mesela bunlar kovboyların ayakları.

Eskiden, her şey bu kadar markalaşmadan, her şey dışarıdan ithal edilmeden,  Toyz ile başlayan oyuncakçı zincirleri açılmadan önceleri mahallelerde oyuncakçı amcalar olurdu.  Bunların büyük bir kısmı sattıkları oyuncakların bir kısmını kendileri imal ederlerdi.  Bazen de böyle kalıplar kullanarak.  Bu minik kalıplar geçmiş o zamanların yadigârları.  Oyuncakların henüz ruhlarının olduğu zamanlara ait yadigârlar.  Bunlar Pinokyo'nun kardeşleri, Chucky'nin değil.

6 Şubat 2013 Çarşamba

OF LALA'NIN KAYBOLMUŞ SONU

Nedendir bilinmez benim daha önce yayınlamış olduğumu zannettiğim, Of Lala'nın son bölümü silinmiş.  Bir arkadaşım sonunu merak etmiş, bana haber verdi.  Tekrar yayınlıyorum:
 --  Sizin haliniz ve sarayın matemi andıran hali nazar-ı dikkatimi celp edip cariyelere sordum.  Beni payladılar ve bir şey söylemediler.  Rica ederim sizi bu kadar yasa düşüren hale nedir?  Deyince sultan can-ı gönülden bir ah çekip:
--  Kızım, madem ki soruyorsun her ne kadar lakırdısı ile dahi fena oluyorsam da senden çok hazzettim, söyleyeyim de merakdan kurtul:?! Bundan yedi sene evvel on dört yaşında gayet kıymetli bir oğlum esrarengiz bir surette kayboldu.  Aratmadığımız yer kalmadı.  Her memlekete bir bölük asker gönderdik.  Tamam üç sene mütemadiyen arattığımız halde çocuğun nam ve nişanından haber alamadık.  Artık her tarafa gönderdiğimiz askerler bulamadan ve arayacak yer kalmadı diye haber getirince o zamana kadar belki bulunur ümidiyle beklediğim evladımın, ciğerparemin bulunacağından kat’i ümit ederek meyusiyetle bu gördüğün hale uğradım.  Dört sene oluyor ki yatağımdan hiç kalkmadım.  Ve şimdiden sonra da kalkacağım yok diye sultan ağlamaya başlar.  Kız son derece müteessir olur, der ki:
--  Sultanım yedi senedir kaybolan evladınızı ben size bulurum!  Sultan hemen kalkıp yatağının içine oturur. 
--  Alla aşkına söyle, bulacağım dedin değil mi?  Yoksa ben mi yanlış anladım.  Evladım nerede söyle bana çabuk söyle, demesiyle kız der ki:
--  Sultanım benim tutup bağlayınız, dediğim adamı bağlarsanız o zaman oğlunuzu bulurum.  Yoksa başka türlü korkarım! 
Sultan hemen padişaha haber gönderir.  Padişah gelir.  Sultanı yatağın içinde oturur görünce hayrette kalır.          
--  Aman sultanım, bu ne hal.  Nasıl katlınız diye sorara.  Sultan dahi kızın söylediğini padişaha anlatır.  Padişah meserretinden ne yapacağını bilemez.  Kıza der ki:
--  Kızım kimi bağlamamız lazımsa söyle de bağlayalım.
Kız:
--  Efendim, baş ağa efendiyi bağlayınız, deyince padişah hayretle
--  Sen deli mi oldun, pederimden sonra ben onu baba bilirim.  Böyle hezeyan olmaz.  Benim lalamdan ne istiyorsun? Der.  Kız dahi:
--  Siz bilirsiniz padişahım, o bağlanmadıkça ben de şehzadeyi bulamam, der.  Sultan telaşla:
--  Aman padişahım benim bile bağlanmamı arzu etse bağlayınız.  Sonradan lalanızdan özür dilersiniz. Benim evladım bulunsun da tek, lala varsın bağlansın, der.  Padişah dahi razı olur.  Lalanın bir şeyden haberi yokken iki kuvvetli adam getirtip lalayı tuttururlar.  Avludaki mermer direğe sıkı sıkı bağlatırlar.  Lala ne olacağını bilmez.  Şaşkın şaşkın etrafına bakınır.  Lalanın bağlandığını görünce kız meydana çıkar.  Kız önden, padişah, sultan ve saray halkı arkasından yürürler.  Kız lalanın yanına gelir.  Yeleğinin cebinden bir anahtar çıkarır.  O zaman lala işi çakar.  Siması bembeyaz kesilir.  Kız anahtarla lalanın dolabını açıp tabağın içindeki üç zeytini ve kuru ekmeği padişaha gösterdi:
--  İşte evladınızın gıdası bu kuru ekmekle üç tane zeytin! Der ve oradan bahçeye çıkarlar.  Yedi senedir matemden kimse bahçeye çıkmamış olduğundan her tarafı otlar kaplamış.  Otların arasından yürüyerek mahzen kapağının olduğu yere gelirler.  Kız kapağı açıp merdivenden aşağı iner.  Arkasından diğerleri de inerler.  Herkesin kulağına bir hazin seda gelir:
--  Lala, şimdi gündüz de mi geliyorsun?  Artık dayanamıyorum.  Bir de padişah başını kaldırıp tavanda evladının asılı olduğunu görünce kendisi bir tarafa sultan diğer tarafa yıkılıp bayılırlar.  Hemen harem ağaları şehzadeyi baygın bir halde tavandan indirirler.  Padişahı, sultanı ayıltıp şehzadeyi de alıp saraya gelirler.  Hemen doktor celbiyle tedavisine ihtimam gösterirler.  Padişah kıza sorar ki:
--   Kızım sen bu sırra nasıl vakıf oldun?  Anlat bakayım.  Kız da gördüğünün cümlesini bir bir anlatır.  Herkes lalanın ihanetine hayrette kalır.  Padişah cellada lalanın asılarak idamını emreder.  Bu suretle adalet yerini bulur.  Şehzadenin hastalığı açlık olduğu içün birkaç günde tedavisi kabil olur.  Padişah kıza der ki:
--  Kızım, dile benden ne dilersen?  İstersen seni oğluma alayım.  Başka istediğin varsa, ona vereyim, ne ise arzun söyle.  Kız dahi:
--  Padişahım, sağlığınızı isterim.  Madem ki bana bir iyilik etmek arzu ediyorsunuz, ben bir azat kağıdından başka bir şey istemem.  Beni azat ediniz, der.  Sultan o kadar yalvarırsa da bir türlü kızı ikna edemez.  Azat kağıdını yazıp padişah mührü basar.  Kızın eline verirler.  Kız saray halkı ile vedalaşıp çıkar.  Doğru esircinin hanesine gider.  Kapıdan içeri girer.  Esirci şaşırır:
--  Kız neye kaçtın? Der.  Kız azat kağıdını gösterir.  Esirci padişahın mührünü görünce öper başına kor.  Der ki:
--Kız üç günde ne yararlık gösterdin ki seni azat ettiler.  Kız dahi:
--  Senin ne vazifen, sen beni daha terbiyeli bir yere sat.  Ben orada terbiye olamadım, deyince esircinin canına minnet yüzü güler:
--  Olur kızım, sen merak ben seni bu sefer daha iyi yere satarım, der.  Kız orada yine birkaç gün daha oturur.  Bir gün yine padişahın sarayından bir harem ağası gelip cariyelere bakar.  Hiç birini beğenmez.  Esirci der ki:
--  İstediğiniz gibi bir cariye var ama biraz pahalıdır.
Harem ağası ne olursa olsun, der.  Yine cariyeyi üç yüz liraya satar.  Kızı başka odaya götürüp üç yüz lirayı verir.  Kız der ki:
--  Babacığım, ben parayı ne yapacağım?  Fakat bu defa yolumuz uzak, gurbete gidiyorum, ne olur ne olmaz elli lira veriniz de yanımda bulunsun.  Adam kıza elli lira verir.  Kız harem ağası ile yola revan olduktan bir müddet sonra Yemen memleketine dahil olur ve padişahın sarayına gelirler?!...
Harem ağası kızı padişahın huzuruna çıkarır.  Padişah kızı görünce:
--  Ay, ne kadar güzel pek yazık, der.  Harem ağası dahi:
--  Siz, güzel olsun, şişman olsun dediniz, bundan güzelini bulamadım, cevabını verir.  Padişah:
--  Götür gözüm görmesin, deyince lala kızı alıp doğru has bahçeye çıkarlar.  Bahçenin bir köşesinde penceresiz köşk gibi bir şey var imiş.  Harem ağası gider onun kapısını açar, kıza der ki:
--  Haydi, içeri gir.  Kız da içeri girer.  Harem ağası hemen kapıyı kapar, kilitler, gider.  Kız kapının önünde bir müddet durur.  Penceresi olmadığı için gayet karanlık olduğundan kız gözünü karanlığa alıştırır.  Etrafına bakar ki odanın bir köşesinde zincirlere bağlı deli bir kız önünde insan kemikleri yığılmış.  Kız hemen karşı  cihete geçip delinin tecavüzünden kurtulur.  Cebinde bir çakısı var imiş, başlar duvarı oymaya.  Gece uykusu gelinceye kadar epeyle oyar.  Sonra uyur.  Sabah olur.  Kendisinin oraya geldiği saatte yine kapı açılır.  İçeri bir kız girer.  Kapı kapanır.  Kız delinin önüne doğru yürümeğe başlar.  Oduncunun kızı: 
--  Kız buraya gel, sen deliden daha delisin.  Niçin önüne gidiyorsun?  Der.   Yeni gelen kız bu sedayı duyunca sedanın geldiği tarafa doğru gider.  İki kız biraz konuştuktan sonra duvarı oymaya başlarlar.  Dört gün bu suretle geçer.  Her sabah bir kız gelir.  Bunlar dört kız olurlar.  Münavebeyle duvarı oyarlar.  Bir baş çıkacak kadar büyütürler.  Kızlar da açlıktan bayılmışlar, hele deli açlıktan zincirleri kıracak gibi homurdanırmış.  Oduncunun kızı başını delikten çıkarıp bakar ki bulundukları yer zeminden üç adam boyu kadar yüksek.  Aşağıda bahçıvan bir şeyler dikmekle meşgul.  Kız:
--  Bahçıvan, bahçıvan, der.  Bahçıvan başını kaldırıp kızı görünce hayretle sorar:
--  Kız senin orada ne işin var?  Kız:
--  Kabahat eden cariyeleri buraya hapsediyorlar.  Kuzum bahçıvan, sana bir lira vereyim bana ekmek, peynir, sucuk, gaz, zilli maşa, darbuka, tef, kibrit, bunların hepsini alıp getir, bir lira da sana bahşiş veririm, der.  Bahçıvan razı olur.  İki lirayı alıp gider.  Biraz sonra istediklerinin cümlesini almış olduğu halde gelir.  Kızlar bellerinden kuşaklarını çıkarıp uç uca bağlarlar.  Aşağıya sarkıtırlar.  Alınan şeyleri bir bir yukarı çekerler.  Bir miktarını yiyip karınlarını doyururlar.  Bunlar burada bu minval üzere tamam kırk gün otururlar.  Eksiklerini bahçıvana tamamlatırlar.  Yerler, içerler, geceleri dahi def, zilli maşa, darbuka çalarak zevk ve sefa ederlermiş.  Kırk birinci gece gelip oynaşırken gazları söner.  Kibritleri bitmiş olduğundan karanlıkta kalırlar.  Daha da uykuları gelmemiş.  Oduncunun kızı pencereden baş uzatıp bakar. . . 
--  Çocuklar şurada bir aydınlık görünür.  Galiba bahçıvanın kulübesi, gidip şu gazı yakayım, der.  Cümlesi razı olurlar.  Kuşaklarını çıkartıp bir birine bağlarlar.  Kızın beline bağlayıp aşağı sarkıtırlar.  Kız belinden kuşağı çözüp koşmaya başlar.  Kız yürüdükçe aydınlık uzar.  Bir saat kadar yürür, bir de bakar ki bir dağın başında bir dev karısı oturmuş önüne bir ateş yakmış üzerinde bir kazan kaynatıp duruyor.  Kız geri dönmeğe meydan bulamadan dev kızı görür.  Kız bakar ki kurtuluş yok, hemen koşar kadının boynuna sarılır. 
--  Anacığım, der.  Elini öper, dev der ki:
--  Eğer sen anacığım deyip elimi öpmeseydin seni şu kaynayan kazana atıp söğüş yapar bir güzel yerdim.  Kız dahi:
--  Anacığım,bu kaynattığın kazanda ne var, diye sorar.  Dev dahi:
--  Bu memleketin padişahının kızı bahçede gezerken oğlum görüp aşık oldu.  Allahın emriyle istedim.  Benim oğluma vermedi.  Ben de bir evladımı mahzun ettiği için kızının gömleğini çalıp sihir ile yedi senedir kızın aklını kaynatıyorum.  Kız şimdi delidir.  Her gün bir insan eti yiyor.  İntikamımı aldım ama yedi senedir uykusuzum, der.  Kız der ki:
--Anacığım sen bana nasıl odun atıyorsun göster, ben yaparım.  Sen uyu, olmaz mı?
Devin canına minnet kıza gösterir.  Kız odunları kazanın altına atar, sonra der ki:
--  Ben senin uyuduğunu nereden bilirim?  Gürültü etmeyeyim.  Dev,
--  Ben uyuduğum zaman gözlerim cam gibi parlar, der.  Oradan başının altına bir odun koyup üstüne yatar, hemen gözleri cam gibi parlamaya başlar.  Kız bakar ki dev uyudu:
--  Yarabbi sen bana Hazret-i Ali kuvveti ihsan eyle, deyip kazanı tutar devin başından aşağıya döker.  O anda devin başı patlar içinden beyni çıkıp yuvarlanmaya başlar.  Kız hemen koşar devin beynini alıp, belki lazım olur diye koynuna koyar ve oradan gazını yakıp döner, kızların bulunduğu köşke gelir:
--  Beni yukarı çekin, diye bağırır.  Kızı yukarı çekerler.  Kız hiç devden falan bahs etmez.  Oturup yine çalarlar gülüşürlerken deli kız:
--  Aman beni niye buraya baladınız kuzum, beni çözünüz, der.  Kızlar deli lakırdı söylüyor diye şaşırırlar.  Oduncunun kızı keyfiyeti biliyor ya der ki:
--  Kızlar deliyi çözelim, ortamıza alalım, eğer bize hücum ederse biz kırk kişiyiz elbette bir kızla başa çıkarız. 
Cümlesi razı olurlar.  Deliyi çözerler, ekmek peynir verip karnını doyururlar.  Böylece sabahı ederler.  Sabah olur.  Yine bunlar çağlıyı şarkıyı bırakmazlar.  Harem ağasının beri bir kız getirir.  Kapıyı açar, bir de bu gürültüyü görünce korkusundan kapıyı kapar ters yüz yine döner padişahın huzuruna çıkar:
--  Efendim, sultan hanımı cinler periler basmış.  Çalıp çığırıp duruyorlar.  İçerisi kalabalık, diye haber verir.  Zavallı padişah mukadder olur:
--  Güya evladımın felaketi kendisine yetmiyormuş gibi bir de cinlerle mi uğraşacak.  Bari gidip gözlerimle göreyim, diye harem ağası ile beraber bahçeye gider.  Köşkün kapısını açarlar bir de içeri bakar ki hakikatten gürültü kıyamet kopuyor.  Sultan babasını görünce hemen ayağa kalkıp kapıya doğru gider, der ki:
--  Padişah babacım beni buraya niçin zincirlerle bağlattınız, ben deli miyim?
Padişah bakar ki kızı deliye benzemiyor.  Hemen oradan tekmil kızlarla kızını alıp saraya gelirler.  Kızları hamamda yıkayıp temiz elbiseler giydirirler.  Padişah kızlara sorar:
--  Kızımın aklını başına kim getirdi?  Kızlar der ki:
--  Biz bilmeyiz ablamız bilir, derler.  Oduncunun kızı dahi ahvali bir bir nail eder.  Sultan Padişah memnun olur.  Kıza der ki:
--  Kızım seni evlat edinip sultanla beraber gelin edelim.  Ne istersen emret, der.  Kız:
-  Ben azat kağıdından başka bir şey istemem.  Bir de İstanbul’a gidecek bir gemiye beni bindiriniz.  İstanbul’a gideyim, der.  Bakarlar ki kızı ikna edemeyecekler azat kağıdını yazar verirler.  O gün bir gemi kalkıyormuş, kızı kaptana teslimen İstanbul’a gönderirler.  Kız İstanbul’a vasıl olur.  Doğru Unkapanı köprüsüne gelip ikinci dubanın üstüne çıkar.  Of… Offf, diye bağırır.  Deniz karıştıkdan Of Lala meydana çıkar.  Kızı görünce taaccüp ile :
--  Kızım sen buraya nasıl geldin? Diye sorar.  Kız dahi:
--  Lalacığım şehzadem nasıl oldu? Der.  Lala:
--  Ah sultanım, şehzadem ümitsiz bir halde bıraktığın gibi elan yatıyor; der.  Kız der ki:
--  Kuzum lalacığım beni saraya götür de dünya gözüyle şehzademi bir daha göreyim.  Lala:
--  Kızım seni evladım gibi severim, apa gözünü, der.  Kız apar:
--  Aç gözünü, der.  Açar.  Kendini sarayın içinde bulur.  Doru şehzadenin bulunduğu odanın kapısına gelir.  Delikten içeri bakar ki şehzade karyolasında kukla kadar kalmış, yanıyorum, ölüyorum, diye çırpınıp duruyor.  Yanında müteaddid doktorlar tedavisiyle meşgul.  Kız der ki:
--  Lala içeri gir de sor bakalım şehzadenin derdine hiç çare yok mu?
Lala içeri girer, sorar:
--  Oğlum şehzadenin derdine çare yok mudur?   Doktor der ki:
--  Vardır ama gayet güçtür.  Yedi senelik sihirli su ile kaynamış dev beynini şehzadenin vücuduna sürülürse o anda ifakat bulur.  Lala çıkıp kıza söyler, kız koynunda sakladığı devin beynini lalaya verip, götür bunu çekmecemde buldum de, der.  Söyle bakalım bu mudur, der.  Lala götürüp:
--  Oğlum çekmecemde bir şey buldum, acaba bu mudur, der.  Doktorlar bakarlar ki  istedikleri beyin:
--  Lala bu zamana kadar şehzadeye niçin sıkıntı çektirdin, çabuk hamamı yak, derler.  Hamamı yakarlar.  Şehzadeyi çarşafla hamama götürürler.  Göbek taşında hem ılık suyla yıkarlar, hem de vücuduna devin beynini merhem gibi sürerler.  Üç gün devam ederler.  Şehzadenin vücudu iyi olur.  Bir gün lalasına der ki:
--  Lala benim sultanım nerede?  Lala:
--  Şehzadem sen o zaman yemin ettin ben de fırına attım, der.
--  Lala nasıl kıydın iki canlı insana, der.
--   Şehzadem, inanmazsan gösteririm, diye şehzadeyi kucağına alıp fırına attığı kuzunun yanmış kömürünü gösterir.  Sonra yine yatağına getirir.  Lala dışarı çıkar.  Şehzade kendi kendine:
--  Sultan öldükten sonra bana dünya haram olsun, diye baş ucundaki hançerle kendini vururken hemen sultan içeri girip:
--  Şehzadem ben buradayım, diye sarmaş dolaş olurlar ve ömürlerinin nihayetine kadar bahtiyarane yaşarlar?...!