30 Kasım 2018 Cuma

SÜLEYMAN SÜTE DÜŞTÜ


  Küçükken bana anlatılan tekerlemeli bir masal vardı.  Zalim bir masal ama bana çocukluğumun güzel huzurlu günlerini hatırlattığı için hiç zalim gelmiyor.  Zaten çocuklara, çocukları korkutmayan masallar anlatmanın da doğruluğundan pek emin değilim. 

Birincisi o kadar steril masallar çocukların ilgisini çekmiyor, yavan geliyor; ikincisi belki de masalların zalim ve korkunç olmaları çocukları hayata hazırlıyordur.  Bir yaşa kadar her kötü bilgiden sakınılarak var olmayan bir dünyaya alıştırılan çocuk sonra belki de var olduğundan bu yana en kötü haliyle somut bir dünyaya atılıveriyor ve başa çıkamayınca da şaşırıp kalıyoruz.

Biraz önce söylediğim gibi ve arkası yarın şeklinde yayınladığım zaman herkesin de okuyup görebileceği gibi, son derece “irkiltici” olan bu masal, küçükken beni hiç irrite etmemiş.  Sadist bir insan da değilimdir. 
Bu masala benzeyen masal var mı diye biraz araştırma yaptım.  Tabii bu tarz "silsile" halinde ilerleyen tekerlemeli masallar var ama buna benzerini bulamadım.  Bunu bana küçükken annem ve akraba ablalarım ve teyzelerim anlatırdı.  Söke ve Kuşadası civarında, en azından bizim sülale tarafından bilinen bir masal.

 Neyse, masala geçeyim:


                            SÜLEYMAN SÜTE DÜŞTÜ


Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde diyarların birinde fakir bir karı koca yaşarmış.  Bunlar küçük bir köyün yamacında mutlu mesut yaşarmış.  Yoksul olmalarına rağmen hallerinden memnunlarmış, tek eksikleri bir evlatmış.  Bir türlü bir çocukları olmuyormuş.  Ne yaptılarsa, kime gittilerse bir çaresini bulan olmamış.  Onlar da kaderlerine razı olmuşlar.  Hayatlarına devam etmişler. 
            Onlar böyle huzur içinde birlikte yaşlanırken, günün birinde evlatsızlık canlarına tak etmiş ve küçük bir kurbağa yavrusunu evlat edinmeye karar vermişler.  Adamcığız dere kıyısındaki su birikintilerine giderek, güzel mi güzel, çevik mi çevik, yeşil mi yeşil bir kurbağa yavrusunu alıp eve getirmiş.
Kadın kurbağayı görünce bir sevinmiş, bir sevinmiş ki görmek lazımmış.  Hemen kurbağaya evin en güzel yerinde bir yatak hazırlamışlar.  Ona gözleri gibi bakmaya başlamışlar. Bir dediğini iki etmiyorlarmış. Kurbağaya Süleyman ismini vermişler. Artık bu kurbağa onların hayatlarının bütün neşesi olmuş.  Olmuş ama Süleyman biraz arsız, biraz yüzsüzmüş.  Zavallı yaşlı adam ile karısına türlü türlü eziyetler ediyor, sırf kapris olsun diye zavallılara neler neler yaptırıyormuş.  Ama onlar yine de hayatlarından memnunlarmış.  Süleyman’ı iyi yetiştirmek için bütün imkanlarını seferber etmişler. 
            Günlerden bir gün, Süleyman’ın annesi Süleyman’a sütlaç yapmak için sağdığı sütleri bir kazana koymuş, kazanın altına kocaman bir ateş yakmış, sütü kaynatmaya koyulmuş.
Bakmış evde şeker kalmamış, kocasına söylemiş, “Bey,” demiş, “bir koşu köye gidip bakkaldan şeker alıversene.  Süleyman’a sütlaç yapacağım ama hiç şeker kalmamış.” 
            Süleyman’ın babası karısını duyunca hemen davranmış, bir koşu köye gitmiş.  Kadıncağız da kazanın başında sütü karıştıra, karıştıra kaynamasını bekliyormuş.  Süleyman arsız olduğu kadar, yaramaz, laf dinlemez bir çocukmuş. Annesi sütü kaynatmakla uğraşırken o da bir zıplamış kazanın kenarına çıkmış.  Kazanın bir tarafından diğer tarafına zıplayarak oynuyormuş.  Annesi uyarmış, “Süleyman, çocum, dikkat et, ayağın kayar, sütün içine düşersin,” demiş. 
            “Bana bir şey olmaz,” demiş Süleyman.
            Annesi biraz sonra tekrar ikaz etmiş.  Ama Süleyman’ın annesini dinlemeye hiç niyeti yokmuş.  O kazanın bir tarafından diğer tarafına zıplamaya devam ediyormuş.  Kadıncağız sözünü dinletemeyince, “Amaan,” diye düşünmüş, “biraz sonra altındaki ateş kazanı iyice ısıtır, onun da ayakları yanar, mecburen iner nasıl olsa aşağıya.”
            Bu arada sütlaç için gerekli olan pirinci almak için eve kadar uzanmış.  Giderken de Süleymana tembih etmiş, “Süleyman, çocum dikkat et, kazan ısınıyor, bir yerini yakma.”
            Kadıncağız eve girmiş, pirinç torbasını çıkarmış, içinden bir kase pirinç almış, yeniden torbanın ağzını kapatıp yerine koymuş.  Pirinçleri önce ayıklayıp sonra sudan geçirmiş, iyice temizleyince almış çıkmış dışarı. Uzaktan kazana bakmış, Süleyman üstünde değil.  “Oh,” demiş, “indi demek.”
            Ama maalesef Süleyman inmemiş.  Kazan ısındıkça ayakları yanmaya başlayan Süleyman kazanın bir tarafından bir tarafına daha hızla atlamaya başlamış.  Kazan iyice kızmaya başlayınca da, tutunamamış ve lup diye kazanın içine düşmüş.  Pişmiş.

28 Kasım 2018 Çarşamba

KELİMELER


                                                                               KELİMELER                                                                                       
Her okuduğunuz kitapta iki kelime öğrensek fena mı olur?  Nedir bu yeni basılan kitaplarda, basılan her kelimenin “bilinen” “anlaşılabilir” kelime olması kaygısı?
Puslu Kıtalar Atlası’nı okuduğumda ne kadar hoşuma gitmişti dili.  Ne hoş bir üslubu vardır.  Hele benim gibi masala bayılan biri için susuz kalmış birinin buz gibi akan bir dereden kana kana su içmesine benzer.  Okuyanlar bilir, okumayanlar için izah edeyim, İhsan Oktay Anar bir sürü Osmanlıca kelime kullanır.  Bir sürü eski laf lakırdı.  Zaten o ballandıra ballandıra anlatma tekniğine de bu sayede ulaşır.  Fakat bunu öyle ustalıkla yapar ki, bu kelimelerin çoğunun anlamını tam olarak bilmeseniz dahi, cümlenin gelişinden kelimenin anlamını çıkartırsınız ve çoğunda sözlüğe bakmanıza gerek kalmaz.  Eh bakmanız gerekenler olursa da, bir iki kelime öğrenmiş olursunuz, yanınıza kâr kalır.

Neyse bir gün kızım Elif’in, üniversiteye giderken, ders icabı kitabı okuması gerekti.  Artık hangi derste, ne için okuyorlardı bilemiycem.  Geldi benden kitabı sordu.  Gitti yerinden aldı.  Kitapla odasına girdi, belli okumaya başladı.  Beş dakika geçti geçmedi, fırtına gibi odasından fırlayıp, kasırga gibi esti, ateşler püskürdü.  Vay efendim, neymiş bu?  Bir kelimesini anlamıyormuş.  Ne bilsinmiş o Osmanlıca.  Mecbur muymuş bilmeye.  Nasıl anlayacakmış?  Nasıl okuyacakmış?  Hocasına veryasın etti.  Kendini yerden yere attı. Çırpındı vs.  Sakinleşir gibi olunca ona, “kızım git şöyle üç dört sayfa oku.  Bilmediğin kelimelere takılma.  Biraz okuyunca anlayacaksın ki, onları bilmesen de metni anlıyorsun,” dedim.  Gerçekten de gitti, okudu ve kitabı sevdi.  Anladı.  Üstelik dediğim gibi bakmak zorunda kalacağı birkaç kelimeyi de öğrenmiş, dağarcığına katmış oldu.
Sonra öğrendim ki bu Puslu Kıtalar Atlası’nı üniversitelerde okutmak moda olmuş.  Anlaşılan Elif’in isyanını, bütün öğrenciler de paylaşıyorlar.  Ve muhtemelen öğretmenlerine itirazlar ediyorlar.  Bence, öğretmenlerinin tepkisi benim Elif’e verdiğim tepki olmalıydı.  Ama yine anlaşılan o ki, öğretmenleri de öğrencilerine hak veriyor (ki merak etmeden edemeyeceğim, neden o zaman okutmak için başka bir kitap seçmiyorlar?).  Sonuç olarak yayınevi ve yazara baskı yapılmış olacak ki, yeni baskılarda Osmanlıca kelimelerin yanına parantez içinde yeni Türkçeleri yazılıyormuş.  Ben elime alıp kitabı görmedim, öyle olduğunu söylediler.  Çok üzüldüm. Ama şaşırdım dersem yalan olur. 
Bu konuda iki itirazım olacak:  Birincisi kitabın tüm o akıcılığı, masalsı havası, bütünü ve üslubu kaçar.  İkincisi, üniversite öğrencilerimiz biraz zahmet buyursunlar, anlamaya çalışsınlar, bilmedikleri kelimelere de sözlükten bakıp bir iki yeni kelime öğrensinler.  Üniversite seviyesindeki eğitime bu yaraşır.  Yoksa magazin basınının kullandığı sayıda kelime ile iktifa edip edebiyat yapmaya, yazı yazmaya kalkışan ve başaramayan bir sürü okumuş yetersiz elemanımız olur, ki bunlardan etrafta bol bol var.
Dahi anlamındaki -de ile bağlaç ki’leri birleşik yazıp, tam tersine birleşik yazmaları gerekenleri de ayrı yazan bu kadar insanın mantar gibi patlaması bu tür yetersiz eğitimden kaynaklanmıyor mu?
Tekrar edeyim, her kitapta bir iki kelime öğrenmek fena mı olur?  Her kelime bir kavram demek.  Her kavram bizi düşünmeye sevk eder.  Biraz düşünmeye başlamanın zamanı geldi de geçiyor.

Terörizm ve Terörist


                                                             


                                       Terörizm ve Terörist

Şu “terörist” kelimesi son günlerde epey bir vaktimi aldı.  Beni düşündürdü.  Üzdü.  Hüzünlendirdi.  Umutsuzluğa kapılmama neden oldu.  Bugün de güldürdü. 

Bu yazıyı yazmaya karar verince, dur, dedim kendi kendime, “terörist”in Türk Dil Kurumu sözlüğündeki karşılığı neymiş acaba, bir bakayım.  Yazıma da, “terörist”in anlamına Türk Dil Kurumu sözlüğünde baktığınızda falan falan anlama gelmekte, diye başlayayım.  Baktım sözlüğe.  Vallahi bir gülmektir aldı beni.  Teröristin karşılığı şu: “Yıldırıcı”.  Bu kadar.   Başka bir izah, açıklama yok. Gerçekten şu Türk Dil Kurumu Sözlüğünden kim mesuldür ya?  Gidip teşekkür edeceğim.  Çok güldürdü beni. 

Şöyle bir haber düşünebiliyor musunuz:  YILDIRICILAR ON CAN DAHA ALDI.
Herkes sorar tabii, “kim len bu Yıldırıcılar?  Yeni bir terörist grup mu?”  diye.  Bu sözü bilmeyen bir çocuk, sözlüğe bakıp anlamını anlamaya çalışsa mümkün değil anlayamaz.  Şimdi arkadaşım, sözlüğün amacı, yabancı kelimelere Türkçe karşılıklar bulmak değildir.  Sözlüğün amacı, sözün anlamını anlamanızı sağlamaktır.  “yıldırıcı” bunu başarıyor mu?  Tabii ki hayır.

Ya vallahi neresinden tutsun da başlasın insan, her şey eğri olunca?

O zaman kulağımı tersten göstereceğim.  İngilizce-İngilizce bir sözlüğe bakayım.  Sonra da İngilizce-Türkçe sözlüğe bakacağım.

Oxford sözlükte şöyle diyor: A person who uses unlawful violence and intimidation, especially against civilians, in the pursuit of political aims.  Yani, politik amaçları için, özellikle sivillere karşı hukuk dışı şiddet ve yıldırma hareketi kullanan kişi.  Ve bizim dilimize de terörist olarak girmiş.  Bizim dilimizde “yıldırıcı” dediğimiz zaman böyle bir anlam çıkmıyor.  O yüzden, biraz zahmet vermiş olacağız ama Türk Dil Kurumunda çalışan kardeşlerimiz de bunu böyle izah etseler iyi olur.
Şimdi İngilizce-Türkçe sözlüğe bakalım bakalım: Terörist, tedhişçi.  Oh be.  Bari onlar doğrusunu yazmış.  Türk Dil Kurumu sözlüğü acaba “tedhişçi”ye ne yazmış, merak ettim.  Ona da bakalım: Yıldırıcı.  Eh en azından istikrarlılar, diyelim bari.  Ama komik oldukları da kesin.

Neyse geleyim asıl konuma.  Konumuz “teröristler”.  Artık hayatımızın bir parçası, dünya siyasetinin vaz geçilmez unsurları ve tüm insanların kâbusu.  Kimle konuşurken “terörist” deseniz, ne dediğinizi hemen anlar.  Küçük çocuklar bile.  Bu kadar çağdaş yaşamın ayrılmaz bir parçası oldular. 

Hani insana öyle geliyor ki, insanlık var olduğundan beri bu kavram da vardı.  Ama yokmuş.  Terör kavramı var.  Korku, dehşet olarak.  Ama bunu neredeyse bir meslek haline getirip, sistematik olarak dünya politikalarını yönetmek için kullanmak keyfiyeti meğerse çok yeniymiş.  Biçare bizlere düşmüş bu korkunç kavramın dünyaya yayılmasına tanık olmak. 

Geçen gün çeviri yaparken Osmanlıca kelimeler kullanmam gerekiyordu.  Türk Dil Kurumumuz sağ olsun, bir “Türkçe-Osmanlıca” sözlüğüne sahip olmadığı ve böyle bir sözlüğü gereksiz bulduğu için, İngilizce metinde eski bir İngilizceyle yazılmış cümleleri, ben de çevirimde eski bir Türkçeyle yazmaya çalışınca zorluk çekiyorum bugün kullandığımız Türkçe kelimelerin yüz yıl önceki karşılıklarını bulabileceğim bir sözlük olmadığı için.  Bu sıkıntıyı da İngilizce kelimelere doğrudan eski bir sözlükten bakarak bertaraf ediyorum.  İyi oluyor.  Elimdeki sözlük 1924 yılına ait.

İşte başka bir kelimeye bakarken, gözüne “terror” kelimesi ilişti.  Altında da “terror”dan türemiş “terror stricken”, “terrorism” ve “terrorize” kelimeleri ve o günkü Türkçe karşılıkları vardı. 
Ama “terrorist” kelimesi yoktu.  Sözlüğe bakakaldım. Olmayan “terrorist” kelimesinin bir yüzyılda tüm dünyayı dolduran bir kavram olarak varlık bulması beni çok korkuttu.  Şaşırttı.  Kızdırdı.  Üzdü.  İsyan ettirdi.


Ne biçim bir zamanda yaşıyoruz?  Dünya var olduğundan beri ne kanlı savaşlar görmüş, ne katliamlar yaşamış ama “terörist” diye bir kavramın vücut bulması, sistematik olarak savaşlardan dahi daha korkunç bir hal alması, yaygınlaşması bizim zamana nasip olmuş.