Küçükken bana anlatılan tekerlemeli bir masal vardı. Zalim bir masal ama bana çocukluğumun güzel
huzurlu günlerini hatırlattığı için hiç zalim gelmiyor. Zaten çocuklara, çocukları korkutmayan
masallar anlatmanın da doğruluğundan pek emin değilim.
Birincisi o kadar steril masallar çocukların ilgisini
çekmiyor, yavan geliyor; ikincisi belki de masalların zalim ve korkunç olmaları
çocukları hayata hazırlıyordur. Bir yaşa
kadar her kötü bilgiden sakınılarak var olmayan bir dünyaya alıştırılan çocuk
sonra belki de var olduğundan bu yana en kötü haliyle somut bir dünyaya atılıveriyor
ve başa çıkamayınca da şaşırıp kalıyoruz.
Biraz önce söylediğim gibi ve arkası yarın şeklinde yayınladığım
zaman herkesin de okuyup görebileceği gibi, son derece “irkiltici” olan bu
masal, küçükken beni hiç irrite etmemiş.
Sadist bir insan da değilimdir.
Bu masala benzeyen masal var mı diye biraz araştırma yaptım. Tabii bu tarz "silsile" halinde ilerleyen tekerlemeli masallar var ama buna benzerini bulamadım. Bunu bana küçükken annem ve akraba ablalarım ve teyzelerim anlatırdı. Söke ve Kuşadası civarında, en azından bizim sülale tarafından bilinen bir masal.
Neyse, masala geçeyim:
Bu masala benzeyen masal var mı diye biraz araştırma yaptım. Tabii bu tarz "silsile" halinde ilerleyen tekerlemeli masallar var ama buna benzerini bulamadım. Bunu bana küçükken annem ve akraba ablalarım ve teyzelerim anlatırdı. Söke ve Kuşadası civarında, en azından bizim sülale tarafından bilinen bir masal.
Neyse, masala geçeyim:
SÜLEYMAN SÜTE DÜŞTÜ
Evvel
zaman içinde, kalbur saman içinde diyarların birinde fakir bir karı koca
yaşarmış. Bunlar küçük bir köyün
yamacında mutlu mesut yaşarmış. Yoksul
olmalarına rağmen hallerinden memnunlarmış, tek eksikleri bir evlatmış. Bir türlü bir çocukları olmuyormuş. Ne yaptılarsa, kime gittilerse bir çaresini
bulan olmamış. Onlar da kaderlerine razı
olmuşlar. Hayatlarına devam etmişler.
Onlar böyle huzur içinde birlikte yaşlanırken, günün
birinde evlatsızlık canlarına tak etmiş ve küçük bir kurbağa yavrusunu evlat
edinmeye karar vermişler. Adamcığız dere
kıyısındaki su birikintilerine giderek, güzel mi güzel, çevik mi çevik, yeşil
mi yeşil bir kurbağa yavrusunu alıp eve getirmiş.
Kadın kurbağayı görünce bir
sevinmiş, bir sevinmiş ki görmek lazımmış.
Hemen kurbağaya evin en güzel yerinde bir yatak hazırlamışlar. Ona gözleri gibi bakmaya başlamışlar. Bir
dediğini iki etmiyorlarmış. Kurbağaya Süleyman ismini vermişler. Artık bu
kurbağa onların hayatlarının bütün neşesi olmuş. Olmuş ama Süleyman biraz arsız, biraz
yüzsüzmüş. Zavallı yaşlı adam ile
karısına türlü türlü eziyetler ediyor, sırf kapris olsun diye zavallılara neler
neler yaptırıyormuş. Ama onlar yine de
hayatlarından memnunlarmış. Süleyman’ı
iyi yetiştirmek için bütün imkanlarını seferber etmişler.
Günlerden bir gün, Süleyman’ın annesi Süleyman’a sütlaç
yapmak için sağdığı sütleri bir kazana koymuş, kazanın altına kocaman bir ateş
yakmış, sütü kaynatmaya koyulmuş.
Bakmış evde şeker kalmamış, kocasına
söylemiş, “Bey,” demiş, “bir koşu köye gidip bakkaldan şeker alıversene. Süleyman’a sütlaç yapacağım ama hiç şeker
kalmamış.”
Süleyman’ın babası karısını duyunca hemen davranmış, bir
koşu köye gitmiş. Kadıncağız da kazanın
başında sütü karıştıra, karıştıra kaynamasını bekliyormuş. Süleyman arsız olduğu kadar, yaramaz, laf
dinlemez bir çocukmuş. Annesi sütü kaynatmakla uğraşırken o da bir zıplamış
kazanın kenarına çıkmış. Kazanın bir
tarafından diğer tarafına zıplayarak oynuyormuş. Annesi uyarmış, “Süleyman, çocum, dikkat et,
ayağın kayar, sütün içine düşersin,” demiş.
“Bana bir şey olmaz,” demiş Süleyman.
Annesi biraz sonra tekrar ikaz etmiş. Ama Süleyman’ın annesini dinlemeye hiç niyeti
yokmuş. O kazanın bir tarafından diğer
tarafına zıplamaya devam ediyormuş.
Kadıncağız sözünü dinletemeyince, “Amaan,” diye düşünmüş, “biraz sonra
altındaki ateş kazanı iyice ısıtır, onun da ayakları yanar, mecburen iner nasıl
olsa aşağıya.”
Bu arada sütlaç için gerekli olan pirinci almak için eve kadar
uzanmış. Giderken de Süleymana tembih
etmiş, “Süleyman, çocum dikkat et, kazan ısınıyor, bir yerini yakma.”
Kadıncağız eve girmiş, pirinç torbasını çıkarmış, içinden
bir kase pirinç almış, yeniden torbanın ağzını kapatıp yerine koymuş. Pirinçleri önce ayıklayıp sonra sudan
geçirmiş, iyice temizleyince almış çıkmış dışarı. Uzaktan kazana bakmış,
Süleyman üstünde değil. “Oh,” demiş,
“indi demek.”
Ama maalesef Süleyman inmemiş. Kazan ısındıkça ayakları yanmaya başlayan
Süleyman kazanın bir tarafından bir tarafına daha hızla atlamaya başlamış. Kazan iyice kızmaya başlayınca da,
tutunamamış ve lup diye kazanın içine düşmüş.
Pişmiş.