10 Aralık 2018 Pazartesi

MERYEM İLE FATMANIN MASALI


Medeniyetlerin birbirini kovalaması, inkâr etmesine rağmen devam etmesi büyüleyici bir süreç.  Ve üzücü.  Yani bir öncekini inkâr ve ret ettiğini sanan medeniyetler açısından üzücü.  Sürekliliklerini inkâr etmeleri.

Endülüs bunun en güzel örneklerinden biri.  Bir Araplar hüküm sürmüş İspanya topraklarında.  Kendi yaşayışlarını, medeniyetlerini, anlayışlarını getirmişler.  Bir de İspanyollar.  Aslında bu topraklarla kaynaşmışlar ve köklerini bırakmışlar da.  711 yılında gidip 1492 yılında dönmüşler.  Düşünecek olursak çok uzun bir süre.  Yani 780 sene orada yaşamışlar.  1492’ye 780 eklesek 2272 eder.  Yani gittikleri bir o kadar olmamış daha.  
Kalanlar, gidenleri inkâr ediyor, onlardan nefret ediyor.  Ettiriliyor.  Bu işin iki boyutu var sanki.  Biri devletler boyutu.  Diğeri halk boyutu. 

Beni halk boyutu ilgilendiriyor.  Halk acaba nasıl bir alış-veriş içinde oldu.  Yerel halk ile yeni gelenler ne kadar kaynaştı?  Birbirlerine ne verip, aldılar.  Çünkü mutlaka tek taraflı değildir.  Bu alış-veriş öykülerini satır aralarında aramayı seviyorum.  Yemeklerdeki lezzetlerde.  Müzikteki nağmelerde.  Onlar kalıyor. Nedense onları silemiyorlar.  Oralarda birbiriyle kaynaşmış herkes.  Halinden memnun.  Kaynaşıp yeni bir şey olmayı başarmış aslında.  Onlar yok olmuyor.

Portekiz’de Fatima diye bir kasaba var.  Yani düpedüz Fatma işte.  Güya yüzyıl kadar önce Meryem de burada kendini üç küçük çocuğa göstermiş. 
O yüzden Fatima şu anda Hıristiyanların minik bir hac merkezi olmuş.  Bana hep çok manidar gelir.  Emeviler’in kurduğu bir köy.  Köy. Aslında kasaba bile değil.  Bu minik köye Fatma adını koymuşlar.  Sonra gitmişler.  Ama kalanlar bu köyün ismini değiştirmemiş.  Sonra da Meryem çıkagelmiş köye. 
Görmeyi çok arzu ediyordum.  Gördüm.  Tam bir hayal kırıklığı.  Tamamen bir hac turizm cenneti halini almış.  Ruhu kaçmış, başka yerlere gizlenmiş Fatma’nın, nam-ı diğer Meryem’in.  Ama öykülerini anlatmaya devam ediyorlardı.
Çarşını gezerken gördüm hatıra eşyası olarak satılan “Fatmanın Eli”ni.  

Çok şaşırdım.  Aaa, bu Fatma’nın eli, dedim, ki her yer Meryem’in minik heykelcikleri, mumları vs. ile doluydu. 

Ama eli Fatma kalmış.  İlginç geldi.  Sonra bu elin hikayesini okuyayım deyince daha da güzel şeyler çıktı önüme: https://gizliilimler.tr.gg/Fatima-h-nin-Eli--k1-Hamse-Eli-k2-.htm  


Derli toplu bir bilgi buldum burada.  Ve ne ilginç. Bakmanızı tavsiye ederim.
Bir varmış, bir yokmuş.  Zaten bu el çoook öncelerinden varmış.  Fatmanın olmuş, Meryemin olmuş.  Bir sonraki bir öncekini inkar etmeye çalışmış.  Ama olmamış. 
Gökten üç elma düşmüş.  Biri bana, biri Çiğdem’e, biri de bu masalı anlatana.

1 Aralık 2018 Cumartesi

SÜLEYMANIN DEVAMI


Zavallı annesi kazanın yanına gelip de içine bakınca ne görsün!  Süleyman süte düşmüş, sütle kaynamış pişmiş. Kadıncağız bunu görünce başlamış saçını başını yolup ağlamaya.
                Tam o sırada kocası çıkagelmiş.  Bakmış uzaktan karısı süt kazanının yanında bir yandan ağlıyor, bir yandan saçını başını yoluyor.  Adamcağız bir anlam verememiş.  Koşmuş karısının yanına gitmiş.
                “Hayrola hanım, niye saçını başını yoluyorsun?” diye sormuş.
                Kadın cevap vermiş, “Sorma bey, Süleyman süte düştü, sütle kaynadı pişti.  Ben de kahrımdan saçlarımı yoluyorum.”
                Adamcağız bunu duyunca üzüntüsünden o da başlamış sakallarını yolmaya.
                Tam o sırada havadan bir karga geçiyormuş.  Aşağıya bakmış ki büyük bir ateşin üzerindeki bir süt kazanının yanında bir kadın saçlarını, yanında bir adam sakallarını yoluyor.  Merak etmiş, inmiş yanlarına, adama sormuş:
                “Amca hayır olsun?  Neden saçınızı, sakalınızı yoluyorsunuz?”
                “Ah karga kardeş, ah, hiç sorma,” demiş adam. Anlatmış nasıl yıllar sonra Süleyman diye, canlarından çok sevdikleri bir evlatları olduğunu ve eklemiş: “Süleyman süte düştü, sütle kaynadı pişti, üzüntüsünden anası saçlarını yoluyor, ben de sakallarımı yoluyorum.”
                Bunu duyan karga o kadar üzülmüş, o kadar üzülmüş ki, o da tüylerini dökmüş.  Uçmuş gitmiş bir armut ağacına konmuş. 
                Armut ağacı üzerine tüysüz bir karganın konduğunu görünce merak etmiş, “Karga kardeş, karga kardeş tüylerine ne oldu?” demiş.
                “Ah Armut ağacı sorma,” demiş Karga, olanları anlattıktan sonra eklemiş, “Süleyman süte düştü, sütle kaynadı pişti, anası saçını yoldu, babası sakalını yoldu, ben de tüylerimi döktüm.”
                Bunu duyan Armut ağacı o kadar üzülmüş, o kadar üzülmüş ki, o da bütün armutlarını dökmüş.  Derken oralardan Ayı kardeş geçiyormuş, bir de bakmış ki, armut ağacının bütün armutları yerde.  Merak etmiş, sormuş:
                “Armut ağacı, Armut ağacı, neden armutların yerde?”
                “Ah ayı kardeş sorma,” demiş Armut ağacı da, hikayeyi anlattıktan sonra eklemiş:  “Süleyman süte düştü, sütle kaynadı pişti, anası saçını yoldu,  babası sakalını yoldu, karga tüylerini döktü, ben de armutlarımı.”
                Bunu duyan Ayı  kardeş de bir üzülmüş, bir üzülmüş, o da dişlerini sökmüş.  Öyle dişsiz dişsiz dolaşırken, susamış, bir çeşmeye gitmiş.  Çeşmeden su içmek için eğilmiş ki çeşme ayının dişsiz ağzını görüp merak etmiş.  Dile gelmiş sormuş:
                “Ayı kardeş, Ayı kardeş, hayrola dişlerine ne oldu?”
                “Ah Çeşme kardeş hiç sorma,” diye cevap vermiş ayı ve olanları özetledikten sonra eklemiş:  “Süleyman süte düştü, sütle kaynadı pişti, anası saçını yoldu, babası sakalını yoldu, karga tüylerini döktü, armut ağacı armutlarını döktü, ben de dişlerimi söktüm.”
                Bunu duyan çeşme kahrolmuş.  Karalar bağlamış.  O günden sonra da su yerine kanlı irin akmaya başlamış.
              
  Derken bizim köyden Zeynep testisini alıp çeşmeye su doldurmaya gitmiş.  Bir de bakmış ki çeşmeden su yerine kanlı irin akıyor.  Şaşırmış kalmış. 
                “Aaa a!  Çeşme kardeş ne oldu suyuna?” demiş.
                Çeşme başlamış anlatmaya. “Sorma Zeynep kız,” demiş, olanları özetledikten sonra eklemiş:  “Süleyman süte düştü, sütle kaynadı pişti, anası saçını yoldu, babası sakalını yoldu, karga tüyünü  döktü, armut ağacı armutlarını döktü, ayı dişlerini söktü, ben de artık kanlı irin akıyorum.”
                Bunu duyan Zeynep öyle üzülmüş, öyle şaşırmış ki elindeki testiyi  düşürüp kırmış. İşte annesinden dayak yemesinin sebebi de buymuş.


30 Kasım 2018 Cuma

SÜLEYMAN SÜTE DÜŞTÜ


  Küçükken bana anlatılan tekerlemeli bir masal vardı.  Zalim bir masal ama bana çocukluğumun güzel huzurlu günlerini hatırlattığı için hiç zalim gelmiyor.  Zaten çocuklara, çocukları korkutmayan masallar anlatmanın da doğruluğundan pek emin değilim. 

Birincisi o kadar steril masallar çocukların ilgisini çekmiyor, yavan geliyor; ikincisi belki de masalların zalim ve korkunç olmaları çocukları hayata hazırlıyordur.  Bir yaşa kadar her kötü bilgiden sakınılarak var olmayan bir dünyaya alıştırılan çocuk sonra belki de var olduğundan bu yana en kötü haliyle somut bir dünyaya atılıveriyor ve başa çıkamayınca da şaşırıp kalıyoruz.

Biraz önce söylediğim gibi ve arkası yarın şeklinde yayınladığım zaman herkesin de okuyup görebileceği gibi, son derece “irkiltici” olan bu masal, küçükken beni hiç irrite etmemiş.  Sadist bir insan da değilimdir. 
Bu masala benzeyen masal var mı diye biraz araştırma yaptım.  Tabii bu tarz "silsile" halinde ilerleyen tekerlemeli masallar var ama buna benzerini bulamadım.  Bunu bana küçükken annem ve akraba ablalarım ve teyzelerim anlatırdı.  Söke ve Kuşadası civarında, en azından bizim sülale tarafından bilinen bir masal.

 Neyse, masala geçeyim:


                            SÜLEYMAN SÜTE DÜŞTÜ


Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde diyarların birinde fakir bir karı koca yaşarmış.  Bunlar küçük bir köyün yamacında mutlu mesut yaşarmış.  Yoksul olmalarına rağmen hallerinden memnunlarmış, tek eksikleri bir evlatmış.  Bir türlü bir çocukları olmuyormuş.  Ne yaptılarsa, kime gittilerse bir çaresini bulan olmamış.  Onlar da kaderlerine razı olmuşlar.  Hayatlarına devam etmişler. 
            Onlar böyle huzur içinde birlikte yaşlanırken, günün birinde evlatsızlık canlarına tak etmiş ve küçük bir kurbağa yavrusunu evlat edinmeye karar vermişler.  Adamcığız dere kıyısındaki su birikintilerine giderek, güzel mi güzel, çevik mi çevik, yeşil mi yeşil bir kurbağa yavrusunu alıp eve getirmiş.
Kadın kurbağayı görünce bir sevinmiş, bir sevinmiş ki görmek lazımmış.  Hemen kurbağaya evin en güzel yerinde bir yatak hazırlamışlar.  Ona gözleri gibi bakmaya başlamışlar. Bir dediğini iki etmiyorlarmış. Kurbağaya Süleyman ismini vermişler. Artık bu kurbağa onların hayatlarının bütün neşesi olmuş.  Olmuş ama Süleyman biraz arsız, biraz yüzsüzmüş.  Zavallı yaşlı adam ile karısına türlü türlü eziyetler ediyor, sırf kapris olsun diye zavallılara neler neler yaptırıyormuş.  Ama onlar yine de hayatlarından memnunlarmış.  Süleyman’ı iyi yetiştirmek için bütün imkanlarını seferber etmişler. 
            Günlerden bir gün, Süleyman’ın annesi Süleyman’a sütlaç yapmak için sağdığı sütleri bir kazana koymuş, kazanın altına kocaman bir ateş yakmış, sütü kaynatmaya koyulmuş.
Bakmış evde şeker kalmamış, kocasına söylemiş, “Bey,” demiş, “bir koşu köye gidip bakkaldan şeker alıversene.  Süleyman’a sütlaç yapacağım ama hiç şeker kalmamış.” 
            Süleyman’ın babası karısını duyunca hemen davranmış, bir koşu köye gitmiş.  Kadıncağız da kazanın başında sütü karıştıra, karıştıra kaynamasını bekliyormuş.  Süleyman arsız olduğu kadar, yaramaz, laf dinlemez bir çocukmuş. Annesi sütü kaynatmakla uğraşırken o da bir zıplamış kazanın kenarına çıkmış.  Kazanın bir tarafından diğer tarafına zıplayarak oynuyormuş.  Annesi uyarmış, “Süleyman, çocum, dikkat et, ayağın kayar, sütün içine düşersin,” demiş. 
            “Bana bir şey olmaz,” demiş Süleyman.
            Annesi biraz sonra tekrar ikaz etmiş.  Ama Süleyman’ın annesini dinlemeye hiç niyeti yokmuş.  O kazanın bir tarafından diğer tarafına zıplamaya devam ediyormuş.  Kadıncağız sözünü dinletemeyince, “Amaan,” diye düşünmüş, “biraz sonra altındaki ateş kazanı iyice ısıtır, onun da ayakları yanar, mecburen iner nasıl olsa aşağıya.”
            Bu arada sütlaç için gerekli olan pirinci almak için eve kadar uzanmış.  Giderken de Süleymana tembih etmiş, “Süleyman, çocum dikkat et, kazan ısınıyor, bir yerini yakma.”
            Kadıncağız eve girmiş, pirinç torbasını çıkarmış, içinden bir kase pirinç almış, yeniden torbanın ağzını kapatıp yerine koymuş.  Pirinçleri önce ayıklayıp sonra sudan geçirmiş, iyice temizleyince almış çıkmış dışarı. Uzaktan kazana bakmış, Süleyman üstünde değil.  “Oh,” demiş, “indi demek.”
            Ama maalesef Süleyman inmemiş.  Kazan ısındıkça ayakları yanmaya başlayan Süleyman kazanın bir tarafından bir tarafına daha hızla atlamaya başlamış.  Kazan iyice kızmaya başlayınca da, tutunamamış ve lup diye kazanın içine düşmüş.  Pişmiş.

28 Kasım 2018 Çarşamba

KELİMELER


                                                                               KELİMELER                                                                                       
Her okuduğunuz kitapta iki kelime öğrensek fena mı olur?  Nedir bu yeni basılan kitaplarda, basılan her kelimenin “bilinen” “anlaşılabilir” kelime olması kaygısı?
Puslu Kıtalar Atlası’nı okuduğumda ne kadar hoşuma gitmişti dili.  Ne hoş bir üslubu vardır.  Hele benim gibi masala bayılan biri için susuz kalmış birinin buz gibi akan bir dereden kana kana su içmesine benzer.  Okuyanlar bilir, okumayanlar için izah edeyim, İhsan Oktay Anar bir sürü Osmanlıca kelime kullanır.  Bir sürü eski laf lakırdı.  Zaten o ballandıra ballandıra anlatma tekniğine de bu sayede ulaşır.  Fakat bunu öyle ustalıkla yapar ki, bu kelimelerin çoğunun anlamını tam olarak bilmeseniz dahi, cümlenin gelişinden kelimenin anlamını çıkartırsınız ve çoğunda sözlüğe bakmanıza gerek kalmaz.  Eh bakmanız gerekenler olursa da, bir iki kelime öğrenmiş olursunuz, yanınıza kâr kalır.

Neyse bir gün kızım Elif’in, üniversiteye giderken, ders icabı kitabı okuması gerekti.  Artık hangi derste, ne için okuyorlardı bilemiycem.  Geldi benden kitabı sordu.  Gitti yerinden aldı.  Kitapla odasına girdi, belli okumaya başladı.  Beş dakika geçti geçmedi, fırtına gibi odasından fırlayıp, kasırga gibi esti, ateşler püskürdü.  Vay efendim, neymiş bu?  Bir kelimesini anlamıyormuş.  Ne bilsinmiş o Osmanlıca.  Mecbur muymuş bilmeye.  Nasıl anlayacakmış?  Nasıl okuyacakmış?  Hocasına veryasın etti.  Kendini yerden yere attı. Çırpındı vs.  Sakinleşir gibi olunca ona, “kızım git şöyle üç dört sayfa oku.  Bilmediğin kelimelere takılma.  Biraz okuyunca anlayacaksın ki, onları bilmesen de metni anlıyorsun,” dedim.  Gerçekten de gitti, okudu ve kitabı sevdi.  Anladı.  Üstelik dediğim gibi bakmak zorunda kalacağı birkaç kelimeyi de öğrenmiş, dağarcığına katmış oldu.
Sonra öğrendim ki bu Puslu Kıtalar Atlası’nı üniversitelerde okutmak moda olmuş.  Anlaşılan Elif’in isyanını, bütün öğrenciler de paylaşıyorlar.  Ve muhtemelen öğretmenlerine itirazlar ediyorlar.  Bence, öğretmenlerinin tepkisi benim Elif’e verdiğim tepki olmalıydı.  Ama yine anlaşılan o ki, öğretmenleri de öğrencilerine hak veriyor (ki merak etmeden edemeyeceğim, neden o zaman okutmak için başka bir kitap seçmiyorlar?).  Sonuç olarak yayınevi ve yazara baskı yapılmış olacak ki, yeni baskılarda Osmanlıca kelimelerin yanına parantez içinde yeni Türkçeleri yazılıyormuş.  Ben elime alıp kitabı görmedim, öyle olduğunu söylediler.  Çok üzüldüm. Ama şaşırdım dersem yalan olur. 
Bu konuda iki itirazım olacak:  Birincisi kitabın tüm o akıcılığı, masalsı havası, bütünü ve üslubu kaçar.  İkincisi, üniversite öğrencilerimiz biraz zahmet buyursunlar, anlamaya çalışsınlar, bilmedikleri kelimelere de sözlükten bakıp bir iki yeni kelime öğrensinler.  Üniversite seviyesindeki eğitime bu yaraşır.  Yoksa magazin basınının kullandığı sayıda kelime ile iktifa edip edebiyat yapmaya, yazı yazmaya kalkışan ve başaramayan bir sürü okumuş yetersiz elemanımız olur, ki bunlardan etrafta bol bol var.
Dahi anlamındaki -de ile bağlaç ki’leri birleşik yazıp, tam tersine birleşik yazmaları gerekenleri de ayrı yazan bu kadar insanın mantar gibi patlaması bu tür yetersiz eğitimden kaynaklanmıyor mu?
Tekrar edeyim, her kitapta bir iki kelime öğrenmek fena mı olur?  Her kelime bir kavram demek.  Her kavram bizi düşünmeye sevk eder.  Biraz düşünmeye başlamanın zamanı geldi de geçiyor.

Terörizm ve Terörist


                                                             


                                       Terörizm ve Terörist

Şu “terörist” kelimesi son günlerde epey bir vaktimi aldı.  Beni düşündürdü.  Üzdü.  Hüzünlendirdi.  Umutsuzluğa kapılmama neden oldu.  Bugün de güldürdü. 

Bu yazıyı yazmaya karar verince, dur, dedim kendi kendime, “terörist”in Türk Dil Kurumu sözlüğündeki karşılığı neymiş acaba, bir bakayım.  Yazıma da, “terörist”in anlamına Türk Dil Kurumu sözlüğünde baktığınızda falan falan anlama gelmekte, diye başlayayım.  Baktım sözlüğe.  Vallahi bir gülmektir aldı beni.  Teröristin karşılığı şu: “Yıldırıcı”.  Bu kadar.   Başka bir izah, açıklama yok. Gerçekten şu Türk Dil Kurumu Sözlüğünden kim mesuldür ya?  Gidip teşekkür edeceğim.  Çok güldürdü beni. 

Şöyle bir haber düşünebiliyor musunuz:  YILDIRICILAR ON CAN DAHA ALDI.
Herkes sorar tabii, “kim len bu Yıldırıcılar?  Yeni bir terörist grup mu?”  diye.  Bu sözü bilmeyen bir çocuk, sözlüğe bakıp anlamını anlamaya çalışsa mümkün değil anlayamaz.  Şimdi arkadaşım, sözlüğün amacı, yabancı kelimelere Türkçe karşılıklar bulmak değildir.  Sözlüğün amacı, sözün anlamını anlamanızı sağlamaktır.  “yıldırıcı” bunu başarıyor mu?  Tabii ki hayır.

Ya vallahi neresinden tutsun da başlasın insan, her şey eğri olunca?

O zaman kulağımı tersten göstereceğim.  İngilizce-İngilizce bir sözlüğe bakayım.  Sonra da İngilizce-Türkçe sözlüğe bakacağım.

Oxford sözlükte şöyle diyor: A person who uses unlawful violence and intimidation, especially against civilians, in the pursuit of political aims.  Yani, politik amaçları için, özellikle sivillere karşı hukuk dışı şiddet ve yıldırma hareketi kullanan kişi.  Ve bizim dilimize de terörist olarak girmiş.  Bizim dilimizde “yıldırıcı” dediğimiz zaman böyle bir anlam çıkmıyor.  O yüzden, biraz zahmet vermiş olacağız ama Türk Dil Kurumunda çalışan kardeşlerimiz de bunu böyle izah etseler iyi olur.
Şimdi İngilizce-Türkçe sözlüğe bakalım bakalım: Terörist, tedhişçi.  Oh be.  Bari onlar doğrusunu yazmış.  Türk Dil Kurumu sözlüğü acaba “tedhişçi”ye ne yazmış, merak ettim.  Ona da bakalım: Yıldırıcı.  Eh en azından istikrarlılar, diyelim bari.  Ama komik oldukları da kesin.

Neyse geleyim asıl konuma.  Konumuz “teröristler”.  Artık hayatımızın bir parçası, dünya siyasetinin vaz geçilmez unsurları ve tüm insanların kâbusu.  Kimle konuşurken “terörist” deseniz, ne dediğinizi hemen anlar.  Küçük çocuklar bile.  Bu kadar çağdaş yaşamın ayrılmaz bir parçası oldular. 

Hani insana öyle geliyor ki, insanlık var olduğundan beri bu kavram da vardı.  Ama yokmuş.  Terör kavramı var.  Korku, dehşet olarak.  Ama bunu neredeyse bir meslek haline getirip, sistematik olarak dünya politikalarını yönetmek için kullanmak keyfiyeti meğerse çok yeniymiş.  Biçare bizlere düşmüş bu korkunç kavramın dünyaya yayılmasına tanık olmak. 

Geçen gün çeviri yaparken Osmanlıca kelimeler kullanmam gerekiyordu.  Türk Dil Kurumumuz sağ olsun, bir “Türkçe-Osmanlıca” sözlüğüne sahip olmadığı ve böyle bir sözlüğü gereksiz bulduğu için, İngilizce metinde eski bir İngilizceyle yazılmış cümleleri, ben de çevirimde eski bir Türkçeyle yazmaya çalışınca zorluk çekiyorum bugün kullandığımız Türkçe kelimelerin yüz yıl önceki karşılıklarını bulabileceğim bir sözlük olmadığı için.  Bu sıkıntıyı da İngilizce kelimelere doğrudan eski bir sözlükten bakarak bertaraf ediyorum.  İyi oluyor.  Elimdeki sözlük 1924 yılına ait.

İşte başka bir kelimeye bakarken, gözüne “terror” kelimesi ilişti.  Altında da “terror”dan türemiş “terror stricken”, “terrorism” ve “terrorize” kelimeleri ve o günkü Türkçe karşılıkları vardı. 
Ama “terrorist” kelimesi yoktu.  Sözlüğe bakakaldım. Olmayan “terrorist” kelimesinin bir yüzyılda tüm dünyayı dolduran bir kavram olarak varlık bulması beni çok korkuttu.  Şaşırttı.  Kızdırdı.  Üzdü.  İsyan ettirdi.


Ne biçim bir zamanda yaşıyoruz?  Dünya var olduğundan beri ne kanlı savaşlar görmüş, ne katliamlar yaşamış ama “terörist” diye bir kavramın vücut bulması, sistematik olarak savaşlardan dahi daha korkunç bir hal alması, yaygınlaşması bizim zamana nasip olmuş.

16 Şubat 2018 Cuma

EŞYANIN KIYMETİ


                                                            EŞYANIN KIYMETİ

İnsanın eline geçen bir sayfa…  İlk başta ne idüğü belirsiz bir sayfa.  Düzgün bir mektup sayfası değil.  Kitap veya defterden çıkmış bir sayfa değil.  Sertçe bir kağıt.  Elime alıp dikkatle inceleyince fark ediyorum ki iki davetiye, uç uca birbirine yapıştırılmış, arkası uzun bir liste yapılabilecek bir parça kağıt haline getirilmiş.
Kağıt kıymetli yani.  Bugünkü gibi kıçımızı, başımızı silip silip atmıyoruz.  Nereden gelip nereye gittiğini hesap etmeden.  O kıçımızı sildiğimiz bir tomar kağıdın, üzerine tek bir kelime yazıp veya yazmayıp buruşturup attığımız kağıtların, broşür, reklam diye yerlere savrulan o kağıtların kaç ağacın kesilip geldiğinin hesabını yapmıyoruz.  Ama ormanlar kesiliyor diye aynı kıçlarımızı yırtıyoruz.
O zamanlar kağıt kıymetliymiş.  Davetiye 12-9-954 tarihli.  Kıymetli olan sadece kağıt da değilmiş.  Zaman farklı tabii.  Daha erkek egemen bir toplum.  Halbuki sonraki yirmi yıl durum baya bir değişmeye yüz tuttuydu.  Sonra biraz daha ilerledi.  Şimdi daha da kötü yapmaya çalışıyorlar.  O günün o erkek egemen toplumunu bile hoş görebiliyorum.  Umut vardı çünkü.  Adam olunabilirdi.
Davetiye şöyle hazırlanmış:
Sayın Bay, (bir boşluk)…  Davetlinin adı yazılacak. Bir kadının da tek başına davet edilebileceği düşünülememiş belli.  Kadın ciddiye alınmıyor.  Dul bir kadınsa, kim bilir belki de şifahen davet edilmiştir.  Bekarları saymıyoruz zaten.  Gerçi hediyelerini kabul etmiş Saruhan amca.  Neyse devam edeyim: Oğullarım (oğullarımız değil, boş ver karıyı kim takar) Tufan ve Orhan A…’un 12-9-954 Pazar günü saat 16 da Mithatpaşa caddesi 531 (muhtemelen o dönemde İzmir’deki yalılardan biri idi) no.lu evimizde yapılacak olan Sünnet töreni münasebetiyle mevlüdü şerif okunacağından bu mutlu güne şeref vermenizi saygı ile rica ederiz.
Babası Saruhan A…



İki adet davetiye, kendinden katlamalıymış.  Katlanmamış, kullanılmamış.  Birbirine yapıştırılmış. Sonra arkasını çeviriyorum.  Kurşun kalemle uzun bir liste var:  


                                              ---Sünnet Hediyeleri---
Sonra listeye göz gezdiriyorum…
Ziya Ç…                               Büyük Cam Vazo
Muzafer B….                      Altı dar cam vazo
Okul adına:                         İki dolma kalem (yirmişer lira)
Seyit beyler                        Setcade
Abdurrahim E…                 Mavi Pasta tabakları
Reşat E.                                Altı yemek tabağı
Feride A.                             Altı bardak (limonata)
Hüseyin A.                          Bakır tencere
Mukâfat A.                         Tufana saat
Faik A.                                  Oyuncak
Betül G.                               Duvar saati
H. K.                                      İki altın
İhsan A.                               Oyuncaklar (10 lira)
İsmail A.                              Pul koleksiyonu
Et…lar                                   Küre, kalemtraş
Semiha Y.                            Şeker
S…                                          Yapma çiçek
Çizmeci B….                        İki tablo
Erdoğan O.                         Atatürk’ün Ciltli Nutku
Ali Rıza B.                            Dolma Kalem, mızıka
İbrahim D.                          Dolma Kalem
Tarık G.                                Çatal, kaşık
Şakireler                              Altı su kupası
İhsan Y.                                Çini vazo, İngilizce lügat
Nezahat A.                         İki gümüş sigara tablası
B.N.                                       Meyva tabak takımı
Nusret H.                            Tencere (bakır)
K.N.                                       Tencere (bakır)
Mukafat A.                         Havlu
Yıldız A.                                Havlu
Nasibe                                 Havlu
Emine                                   Havlu, şeker
Çizmeci B.                           Havlu
Servet H.                             Orhana bornoz, sünger
Cev….                                   Büyük Altın
Sabahat Ç.                          Futbol, albüm
İsmet Hn.                            Şeker
Teyze k..                              Şişe kolonya
Meliha H.                            Biskot
Gülgün A.                            Şeker
Hasip D.                               20 lira
Pakize E.                              4,5 lira
Selçuk T.                              Oyuncaklar
Fikret A.                              Küre, eşarp, çorap, çukilat, maske
Samsunlular                       Çini vazo, un kurabiyesi
Mehila                                 Üç tabak
Sıdıka H.                              Pasta tabak (yedi adet)
Manisalı E.                          Pasta
Mehmet O.                        İki kurşun, dolma kalem
Palamutçu…                       Bi kutu çukilat
Didar İ.                                 İki havlu
Rasime                                 Kolonya
Nigar H.                               Kuşlu hokka
Maksut Y.                            Şişe kolonya

Şimdi evin adresine baktığınızda, ev İzmir’in nezih bir semtinde, muhtemelen deniz kenarında.  Yani halleri vakitleri yerinde bir aile olduğunu tahmin ediyorum.  Ayrıca davetiye de bastırmışlar.  Bütün bunlar kalbur üstü olduklarını çağrıştırıyor.
Sonra hediyelere bakıyorum…. Eşyanın kıymetli olduğu kıymetli günler.  Har vurup harman savrulmadığı.  Üç bardağın, bir tencerenin, iki havlunun hora geçtiği yıllar.  Kağıtların uç uca eklenip kullanıldığı ve saklanıldığı yıllar ki 2018 yılında benim elime geçiyor.

Toz pembe değilmiş tabii ki.  Her şey harika, mükemmel değilmiş.  Kadının durumu belli mesela.  Ama şu anla mukayese edince, ilerleyeceğimize geriledik gibi geliyor insana.  Her şeyi çok hızlı harcayıp bitiriyoruz.  Tüketiyoruz.  Kadının kıymeti hala ortada.  Şimdi bir de eşyayı da yok ediyoruz.  Davetiyelere kadının adı yazılıyor belki ama varlığı siliniyor.